23 Şubat 2011 Çarşamba

Didem'in Hikayesi

Yazmak istedim. İçimdekileri birileriyle paylaşırsam sanki yüküm hafifler gibi geldi. Oysa başlarda kararsızdım yaşadıklarımı anlatmaya. Ama dün... 3 yaşındaki oğlum eski zamanlardan kalmış gülen yüzlü bir fotoğrafıma bakıp “anne burada gülüyor” deyip bana döndü ve “ yine gülsene anne” dedi. Yüzüme tokat gibi çarptı. Oğlum benim gülen yüzüme neredeyse hiç şahitlik etmemişti. Çünkü benimkisi 40 günlük değil 40 aylık bir loğusa hikayesiydi. O al cinler, kara cinler asıldıkları eteklerimi hiç bırakmadıklar neredeyse 40 aydır.

Benim depresyonumun temelleri taa geçmişe, evlilik öncesine dayanıyor belki. Zor bir ailede büyüdüm ve artık bu zorluklara katlanamayacağımı anladığımda sevgilimle evlenme kararı aldım. Daha 24 yaşımdaydım. Ailem bu evliliğe hep karşı çıktı ve beni ortalıkta yapayalnız bıraktı. Evlendim; daha zor, daha müdahaleci bir ailenin içine girdim. Ama böyle hayal etmemiştim ki, kapımı kapatacak kocamla mutlu olacaktım. Bunun böyle olmayacağını evlendiğim gecenin sabahı, gelin olduğum sabah anladım. Kocamın teyzesi takılan altınlarla ilgili ortalığı karıştırmış ve bize ilk gecemizin sabahını rezil etmişti. Kaçıp kurtulmak istedim. Yapamadım. Yalnızdım. Bana kollarını açacak bir ailem bile yoktu.

Evliliğimizin üstünden yaklaşık 2 sene geçmişti. Hem ekonomik sıkıntılar çekiyor hem de her iki tarafın baskılarına, horlamalarına maruz kalıyorduk. Eşimin de girmesi gereken sınavı nedeniyle gecesi gündüzü belli olmadığı için bir başıma yaşıyordum. İşte o zamanlar düştü bebek fikri aklıma. Bana can yoldaşı olacak, gözlerimin içine bakarken içimi eritecek bir bebek. Nasıl bir hata!!!

1-2 ay içinde hamile kaldım. Berbat bir hamilelik geçiriyordum. Sürekli kusuyordum. Defalarca kez hastanede yattım. Yaklaşık 5,5 ay sürdü bu halim. Ama ortalık yatışmıştı biraz. Doğacak oğlum annemi birazcık olsun yumuşatmıştı. Umutluydum. Çok umutlu...     

O dönem kendi ofisim vardı. Doğum iznine ayrılmak gibi bir lüksüm olmadı benim. 37. haftada erken gelen su ile hastaneye gidip bebeğimi dünyaya getirdim. Doğurdum diyemiyorum çünkü uygulanan yanlış yöntemler sonucu normal doğurmayı beceremeyip sezaryen oldum. Suyum geldiği için bana derhal suni sancı verdiler. Ufacık bir açılma bile yoktu halbuki. 12 saat boyunca bağırmaktan helak olmuştum. Karnım açtı, kahrolası NST yüzünden sol yanıma yatmaktan uyuşmuştum. Başımda onlarca insan vardı (annem, kayınvalidem, iş ortağım, eltim, yan odada kayınpeder, kapının önünde doğum yaptığımı duyan müvekkiller) delirmek üzereydim. Herkes her yerimi görmüştü. Saat başı gelip açıklığa bakıyorlardı. Annem sürekli “ıkınma hissi geldi mi?” diye soruyor, “ben de suni sancıyla doğurdum seni, 2 saatte geldin” diyordu. Kendimi iyice eksik hissediyordum. Dayanılacak gibi bir işkence değildi. Akşam 19.00 gibi bittim artık. Doğum hala başlamadı. O saatten sonra başlasa da benim bebeği itecek gücüm bile kalmamıştı. Birden eşimin doktorla sezaryen için konuştuğunu duydum. Ben inatla normal doğuracağım desem de; nasıl oldu nasıl evet dedim anlamadan kendimi buz gibi ameliyathanede buldum. Bebeğimi çıkardılar ve ben filmlerdeki gibi aşkla O’na bakacağımı sanırken, garip bir korku, garip bir hüzün kapladı beni. Odaya çıkışımı, bana bebeği verdikleri anı hatırlamıyorum bile. Kafamda sürekli “doğurmayı bile beceremedim.” Cümlesi uçuyordu. İşkencenin daha büyüğünün beni beklediğini bilmiyordum.

Bebeği getirdiler emzirmem için. Sanıyorum ki oğlum hop kapacak memeyi. Emecek doyacak. Emerken gözlerimin içine bakacak, parmağımı yakalayacak... Filmlerde hep öyle olmuyor mu? Ama bu da öyle olmadı. Göğüsler kocaman, ben tecrübesiz, bebek tecrübesiz, memede hiç mi hiç uç yok. Bildiğin duvar. Okuduğum her şeyin yalan olduğunu o noktada anladım. Kaynaklar ucun bir önemi olmadığını bebeğin kahverengi kısmı yakalamasının önemli olduğunu anlatıyordu. İyi de benim bebeğimde mi bir sorun vardı? O koca meme durmuyordu bebeğin ağzında. Yavru aç emmek ister ama, memeler sanki bir külçe. Olmadı o işi de beceremedik. Tüm gece ağladı oğlum. Ertesi sabah tartıya gelen doktor bebeğin çok kilo kaybettiğini mama verilmesi gerektiğini söyledi. Küütt bir tokat daha. İyi de bu memeler ne işe yarar? Ağlaya zırlaya verdik mamayı. Uyudu tabi kuzu. Ama beni bir korku sardı. Çıkmak istemiyorum hastaneden. Eve gidersem bebek ölür diye korkuyorum. O hemşireler hep yanımda olsun istiyorum. Olmadı tabi. Doğumun 2. günü çıktık hastaneden. Eve gelişimiz de hayallerime aykırıydı. Ben kucağımda bebeğimle içeri girecek; oğluma “bak annecim burası bizim yuvamız” diyecektim. Eşimle birbirimize bakıp bu dünya güzeli bizim yavrumuz diyecek ve tekrar aşık olacaktık. Sadece hayal olarak kaldı tabi. Acıdan yürüyemiyordum bile. Bir kolumda annem diğerinde eşim beni eve sürükleyerek soktular. Bebek mi? Hastaneye bizi ziyarete gelen arkadaşlarımızın kucağında girdi evine.

Ve bozgunlar, yenilgiler bırakmadı yine peşimi. Süt gelmemişti, oğlum sürekli aranıyordu. 1 saate yakın emiyor doymuyordu. Annem sürekli tepemde “aç bu çocuk, senin sütün yok” diye bağırıyor, sonra gidip mama veriyordu bebeğe. Her seferinde “30 cc’den fazla verme “ dememe rağmen o kendince biberonda bir nokta belirlemiş, oraya kadar su koyup kafasına göre de mama ekliyormuş ki bu yaklaşık 130 cc’ye denk geliyor. Sezaryen acısından yataktan bile kalkamadığım için bunu çok sonra anladım. Ama iş işten geçmişti. Hani 25 cc ile bile doyacak bebeğimin midesi annem sayesinde 130 cc ile doyar olmuştu. Bebeğimi beslemeye bile gücüm yetmiyordu.

Göğüs uçlarımın hali ise görenlerin bile midesini bulandırıyordu. Sol meme başı elimle tutunca göğüsten ayrılıyordu. Oğlum emerken o parçanın ağzının içinde gidip geldiğini hissediyorum. Sağ tarafın ise üzerindeki deri tamamen sıyrılmış kızıl et gözüküyordu. Bu acının tarifi yoktu. Bebeğimden nefret ediyordum. Uyanacak diye aklım çıkıyordu. Çünkü uyanması demek işkencenin yeniden başlaması demekti.

Evde sürekli mutsuz asık suratlı bir halde geziyordum. Anneliği hiç sevmemiştim. Bunu kendime bile itiraf etmekten korkuyordum. Çünkü herkes “muhteşem bir his, tarifi yok gibi” kelimelerle açıklıyordu. Bense annelikten nefret etmiştim. Bu durumda hata bende olmalıydı. Madem bu kadar muhteşemdi ve herkes böyle söylüyordu demek ki problem bendeydi, bu işi ben beceremiyordum.

Ev desen Pazar yeri gibi. Annem, kayınvalide, kayınpeder, elti, kayınbirader... hepsi bizdeler. Her kafadan bir ses çıkıyor. Kayınpeder bir garip zaten. Evden gitmiyor. Ben küçücük bir odada bebekle tıkılmış vaziyetteyim. Bebek ıhh dese koşup geliyor, benim memeler meydanda, geriliyorum. Oğlum azıcık uyusa çok uyudu diye gelip uyandırıyor. Kayınpederin katili olmamak için kendimi zor tutuyorum. Annelikten nefret ediyorum. Kaçmak istiyorum. Olmuyor.

Şimdi dönüp baktığımda o dönemlerimin bu kadar kötü geçmesinin baş kaynağını annem olarak görüyorum. Denge kurmayı beceremedi bir türlü. Birbirinden nefret eden 2 aile, bir bebek için bir araya gelmişti. Herkes güç gösterisine girdi. Ama annem, bana en çok destek olması gereken kadın sürekli yanıma gelip “kaynanan yan baktı, kocan bacak bacak üstüne attı, az yediler, çok yediler, yok o yok bu” derken yedi bitirdi beni. Sürekli tehditvari konuşmalar. Bak kocan böyle yaparsa giderimler. Ben zaten hepten kendimi eksik hissetmişim. Sürekli ağlıyorum. Annem giderse bebeğe bakmamaktan korkuyorum. Annem ruh halimden anlamıyor. Mutsuzluğumu başka şeylere yoruyor, sürekli beni yargılıyordu. Git giyin, azıcık makyaj yap diye zorluyordu beni. Oysa ben uyumak istiyordum, uyumak ve bir daha asla uyanmamak.

12. gün annem evine döndü. Ben merdivenin başında hıçkırıklarla ağladım. Sesim haykırmayla karışık böğürme gibiydi. Sesimden korktum, bebeğimden korktum, yalnızlıktan koktum.

Her şey daha kötüye gitmeye başladı o günden sonra. Ben aç, bebek aç, ev almış başını gitmiş. Oğlum 3-4 saat memede duruyor. Sanıyorum ki sütüm yetmiyor. Ağlaya ağlaya mama  veriyorum kuzuya içiyor uyuyor. Kimse bana demiyor kolik diye birşey var. Bazı bebekler çok ağlar diye. Bazı bebekler annesini ister demiyor kimse. Herkes senin sütün yok, aç bu çocuk diyor. Ağlıyorum annelikten de bebeğimden de nefret ediyorum.  

Her şey bu kadar kötü giderken işlerin iyi gitmesi de mümkün değil tabi. Yaptığımız takiplerden tahsilat yapamıyoruz. Kazandığımız para ancak büroyu döndürüyor. SSK primlerimi bile ödeyemiyorum. İş ortağım kızgın, adeta beni suçluyor. Oysa ben dilekçeleri yazıp yolluyorum. Elimden geldiğince yükünü hafifletmeye çalışıyorum. Olmuyor tepkilerini önleyemiyorum “herkes 40’nın çıkmasını beklemiyor işe dönmek için” diyor. İşe dönmek mi? Daha 35 günlük loğusayım. Göğüs uçlarımdaki acıdan çamaşır bile giyemiyorum ben. Göğüs kalkanlarım olmadan yaşamam imkansız. Oğlum? Daha emme düzenimiz bile oturmadı. Kime bırakırım sürekli memede duran bir bebeği? Ve o esnada köpeğimi bile bırakmam dediğim kadına muhtaç kalıyorum. Kayınvalideme...

Sonrası daha da büyük bir kabus. Sabahtan akşama kadar ayağında sallayarak susturuyor kuzumu. Sallanmaktan sersem olan oğlum sürekli uyuyor. Ben 2 sefer süt sağıyorum büroda. O da ne? Sütüm varmış benim. Hem de öyle böyle değil. Ama eksiklik hissi yakamı bırakmıyor. Sanki hep yetmiyormuş gibi düşünüyorum. Anneme söylüyorum telefonda “nerdeyse yarım litre süt çıkıyor anne” diyorum. “Olsun” diyor “sen mama da ver çabuk toplansın çocuk” desteklemiyor beni, övmüyor, alkışlamıyor. Hala eksik hissettiriyor.

Annem, bana destek olması gereken kadın sürekli yargılıyor beni. Kayınvalidem sürekli horluyor, işimi, kilolarımı, korkularımı... kimse anlamıyor beni. Çok yalnız kalıyorum. Aynaya bakmaktan korkuyorum. Dev anası gibiyim çünkü. Aynı şeyleri giyip duruyorum. Üzerime yakışmayan her şeyde kendimden biraz daha nefret ediyorum. Vitrinlere küskünlüğüm o günlerden kalma. Ama kilo vermeye çalışmaktan da korkuyorum. Sütüm azalacak endişesi hiç yakamı bırakmıyor.

Sonrasında yine peşimi bırakmadı olumsuzluklar. Büromu kapattım. Tüm emeğimi bir günde silip atmak zorunda kaldım. Gırtlağa kadar borca batmışım. Kimse destek olmuyor. Eşim evde otur daha iyi diyor. Ağlıyorum. Sonrası daha kara günler. Kabul edilen bir başvuru, sabah 8.30 akşam 6 mesai. Ama 9 dan önce evde olamıyordum. Çoğu gün şehir dışına duruşmaya gidiyordum. Haftanın 2-3 sabahı gözümü başka bir şehirde açıyor, dükkanlar açılana kadar buz tutmuş sokaklarda dişlerimin takırtısı eşliğinde dolaşıyordum. Üşüyordum, uyumak istiyordum, bir uyusam hiç uyumasam diyordum. Ve süt... süt sağacak oda bulmak için kırk takla atıp millete yalvarıyordum. Bazen otobüs terminallerindeki umumi tuvalette bazen arşiv odasında bebeğimin rızkını çıkarıyordum damla damla. Ben bunlara dayanmaya çalışırken  Kayınvalide bu şartlara dayanmadı ve eşim bir gecede ailesine yakın bir yerden ev tuttu. Onayımı almadan. Öylece bırakıp çıktığım her köşesini ayrı sevdiğim evime bir daha hiç gidemedim. Yeni evimiz ise tam bir kabustu. Dubleksti, ısınmıyordu. Garip renklere boyanmış odaları vardı. Zindan gibiydi. Oğlumdan nefret ediyordum. bu şartlara Onun yüzünden gelmiştik. O olmasa... hep kafamda bu soru uçuşuyordu.

Çok sonraları anladım arkamdan dönen oyunu. O evi birlikte oturmak için istemişti kayınvalidem. Üst katta onlar oturacak altta biz yaşayacaktı. Yazgımı çizmişlerdi yokluğumda. Oysa ben çekirdek ailemi istiyordum. Yüzüm hiç gülmüyordu. Ağlıyordum. Annelik sorumluluğundan nefret ediyordum. Oğlum olmasa ...

Sonra varılabilecek en dip noktaya geldik. Boşanacaktık. Sürekli oğlumla tehdit ediyordu eşim beni. Sana vermem diyordu. “Tamam” dedim. “Al çocuk sende kalsın”. Takatim kalmamıştı artık. Göğüs kafesimde bir el her geçen gün daha şiddetle bastırıyordu, beni boğmaya çalışıyordu sanki. Her şeyi hazırladım. Protokol, dilekçe.... son bir şans istedi eşim. Son şans...

O son şans gerçekten şans oldu benim için. Kısa bir süre sonra dibe vurmuşluğun da rahatlığıyla iflas etmekte olan bir şirketin teklifini kabul ettim. o kapı başka bir kapıyı araladı bana. Çektiğim çileler tek tek bitiyordu. Bir çok işe göre şartları oldukça rahattı. Akşam evimde, yatağımda yatabiliyorum. O zindan evden kurtulduk. Kendi evimizi aldık. Koloni hayatımız bitti. 1,5 yıl sonra çekirdek ailemle kaldım sonunda. Harika bir bakıcı bulduk. İlk kez hep beraber kafamızda binlerce soru olmadan tatile çıktık. Anneliği sevmeye başlamıştım. O filmlerde gördüğüm aşk başlıyordu. Her şey o kadar yolundaydı ki... O Pazar akşamına kadar. Beyaz plastik bir kutucuk. Üzerinde iki tane pembe çizgi yan yana. Bu bir kabus olmalı Allah’ım. İstemiyorum diye isyan ettim günlerce. Ama eşim asla izin vermedi aldırmama bebeği. Hala kızıyorum bedenim üzerinde böyle fütursuzca karar vermesine nasıl mani olmadım diye? Oysa hiç de hazır değildim 2. bebek için. Çok defa beni bırakıp gitmesi için yalvardım. Ve itiraf ediyorum ki düşmesi için çok çabaladım. Ama olmadı o benden inatçı çıktı, bırakmadı beni.

Sonrası yine aynı... Zor bir hamilelik hem de bu sefer daha bir zor. Varlığını yeni sindirdiğim yavrum 21 aylık. Hala emiyor. 3 ay daha dişimi sıkmak istiyorum. Sürekli hasta halimden sıkılıyor. Kendi dilince anne uyuma diyor. Oyun istiyor. Ama ben gözümü açsam kusuyorum.

Öyle böyle geçti 9 ay SSVD deneyecektim. 4 doktor değiştirmiştim. Olmadı, yine aynı hikaye su geldi bebek gelmedi. Bu sefer o kadar takmadım. Zaten zoru başarmaya çalışacaktım. Süt mü? Nasıl olsa gelecekti, her şeye kulak tıkadım bu sefer.Gürül gürül geldi  8. gün annemi gönderdim. Özgüvenim kimsenin yıkmasını istemedim.

Ama her çocuk ayrı hikaye olayı geldi çıktı karşımıza. Bu sefer süt kanallarım da açık olduğu için doldu hemen sütler. Ama kızım emmiyordu. Reddediyor resmen. Uyku aralarında emdiği 5 dakika ile 3-4 saat geçiriyor. Kilo almıyor, sağdığım sütü içmiyor, mama almıyordu. Loğusa cinleri hemen devreye girdi tabi. Paranoyalar başladı. Huzurumuz yeniden kaçtı. Zaten istemeyerek dünyaya getirdiğim kızımdan iyice nefret eder oldum. Oğlumsa benden nefret ediyor. O bana kızdıkça ben kızıma kızıyorum. Hayatım İpek’i doyurmaya çalışmak ve süt sağmakla geçiyor. Destek olacak kimsem yok. işe gelmeyi kurtuluş sayıyorum. İpek’le ise evden çıkmak dahi istemiyorum. Arabada etini koparmışçasına ağlıyor. İşte o anlarda onu camdan dışarı fırlatmak istiyorum. Kendimden korkuyorum. Çünkü bir anlık bir şey biliyorum. İdle vicdan arasında gidip geliyor ellerim. Kendimi hırpalıyorum, oğlumu hırpalıyorum, eşimden nefret ediyorum.

Her sabah geçecek diye başlıyorum güne. Dik durmaya çalışıyorum. Ama akşam olunca dayanmaya gücüm kalmıyor. Hele dün akşam “anne yine gülsene” diyen oğlum paramparça etti bugün beni. İki göz yaşım gözümün kenarında duruyor. Bıraksam hıçkırıklarla çıkacaklar durdukları yerden.    

Benimkisi bitmemiş bir hikaye. Nerede ne zaman bitecek bilmiyorum. Sürekli bir türkü dudağımda, onunla avunuyorum.


“...Ne de olsa kışın sonu bahardır
 Bu da gelir geçer ağlama...”

22 Şubat 2011 Salı

Mucizem'in Hikayesi

Ben normalde sakin yapılı bir insanımdır, hatta fazla sabırlı denilebilir. İnsanlar durumlar karşısındaki metanetime, sakinliğime hep şaşırır. Hamileliğimde böyle geçti benim, sakin sakin ve sorunsuz bir şekilde. Duygusal patlamalar yaşadım elbette ama üzücü durumlarda. Ancak ne eşime ne çevreme hamile kaprisi hiç yapmadım.
Doğumumu normal beklerken sezeryanla yaptım. Bebeğim benden 2 saat önce ailemle buluştu, ben odaya alındığımda, sadece teyzem yanıma gelip bana bakmış ve “sakın düşme” diye bir uyarı yapıp kızımın yanına geri dönmüş. Ben hatırlamıyorum tabii, biraz ayılmaya başladığımda da yalnızdım odada. Bu biraz incitici olmuştu aslında sonradan düşündüğümde. Birde benim bir şanssızlığım oldu, annem benim doğumumdan 20 gün önce ağır bir ameliyat geçirdi acil olarak ve ben henüz 10 günlük lohusa iken kemoterapi almaya başladı. Yani doğumumda da, lohusalığımda da o müthiş anne desteği biraz eksik kaldı bende. 40 günlük lohusalık dönemimde de annem iyi olduğu sürece benimle ilgilenebildi, daha çok ben ilgiliendim onunla. Henüz bir haftalık lohusa iken sabah kızımı kayınvalideme teslim edip, dikiş yerlerim acıya acıya anneme kahvaltı hazırlamaya gidiyordum.
Yani hamileliğimin son ayları da, lohusalık dönemim de biraz eziyetli geçti benim. Aynı dönemde abim eşinden ayrıldı. Biz; yani annem, ben, eşim ve abim; ortak bir yaşamın içinde, hepimiz ayrı sıkıntılarla boğuşarak yaşamaya başladık. Ben, anneme ve abime üzülerek, kızıma yetmeye çalışarak, annemle ilgilenmeye çalışarak geçirirken lohusalık dönemimi, birde bu problemli dönemde diğerlerinin bozuk psikolojileriyle de boğuştum.
Sonuçta bu sıkıntılı dönem ve birliktelik, ilişkileride bozdu. Artık yüzümüz gülmeden masaya oturmaya başladık, tartışmalara başladık. Bu nokta benim sabrımın sonu oldu. Sonuçta ben sürekli ağlamalar, - ki annem üzülmesin diye gizli saklı – eşimle mütemadiyen kavgalar – sağolsun o da bu dönemde alınganlık konusunda tavan yaptı, bana destek olamadı – kızımla ilgili büyük korkular yaşamaya başladım. Gözümün yaşı kurumaz oldu, evde duramaz oldum; sinir boşalmaları yaşamaya başladım. Gecenin bir yarısı mide bulantısı ile uyanıyor, saatlerce titremeye başlıyordum. En sonunda kızım 2,5 aylıkken banyoda saçlarımın büyük bir kısmını tepemde toplayıp, bir makas atıverdim. Banyodan çıkınca eşim şok oldu. Bunlar kakül boyutunda bile değildi, iğrenç görünüyordum. Bu sanırım beni kendime getirdi, önce eşimle konuştum, sonra annemle, sonra abimle. Artık sakinleşelim, ben iyi değilim dedim.
Bu arada benim minik kızım, dünyanın en şeker, en tatlı bebeğiydi. Gazı yoktu, emiyordu, uykusu düzenliydi. Başta yaşadığımız sarılık dışında -ki onu da anne sütüyle hastaneye yatmadan atlattık- bana hiçbir problem yaşatmıyordu kızım. Yaşadığım depresyon, en ilgiye ve yardıma muhtaç olduğum dönemde yaşadığım sıkıntılardan kaynaklıydı.
Kızım 3 aylıkken ben işe başladım. Bu çok iyi geldi, gerçekten. Kızımı çok özlüyordum ve çok ağladım başlarda ama evin gerginliğinden kurtulmak çok iyi geldi. Annemin kemoterapisi bitti, abim tekrar annemle yaşamaya alıştı, eşim baba lohusalığını attı üzerinden. Gün geçtikçe düzenimizi tekrar kurduk, kızım anneme şifa oldu ve çok güzel sonuçlar aldık annemin testlerinden.
Şimdi kızıma annem bakıyor, ben her sabah işe giderken eşim bizi öpe koklaya yolcu ediyor, kızımı anneme bırakıyorum, işe geliyorum. Akşam annemde buluşuyoruz eşimle, annem ne yapabildiyse yiyoruz, kızımızı alıp evimize dönüyoruz. Arada kayınvalidem 1 hafta kadar kalıp annemi dinlendiriyor, kızıma bakıyor. Abim kızımın müptelası, bir akşam görmeden duramıyor. Süt iznimi Çarşamba günleri kullanıyorum, böylece annem 2 gün kızıma bakıp, çarşambaları dinleniyor.
Şu an kızımızın, Defne’mizin büyümesini keyifle izliyor, ona sahip olduğumuz için, onun bizi seçtiği için, bu kadar uslu, tatlı ve akıllı biri bebek olduğu için şükrediyoruz.










21 Şubat 2011 Pazartesi

Evren'in Hikayesi

Merhaba,


Aradan 2 sene geçtiği için, hislerim pek taze olmasa da ben de katkıda bulunmak istedim bu bloga. Öncelikle şunu söylemeliyim; isteyerek hamile kaldım, doktora gittim, çeşitli hazırlıklar yaptım ve planlı bir şekilde, isteyerek hamile kaldım. Ancak bu benim gerçek isteğim miydi bilmiyorum. Bunu gerçekte kimin seçtiğini hala bilmiyorum. Ben mi, ailem mi, partnerim mi, toplum mu, doğa mı, bedenim mi,... emin değilim. Belki de bunların bir bütünüydü. Hiçbir zaman tam olarak emin olamadım. Çocuklu hayatta beni nelerin beklediğini bilmiyordum. Öte yandan tam olarak bir karar verebilmek için yaşımın geçtiğini hissediyordum. Çok geç olmadan dedim; dışarıdan ve içimden gelen seslerin toplamını dinleyerek hamile kaldım. Ufak tefek sorunlarım olmuş olsa da... tamam itiraf ediyorum, ilk 4 ay mide problemim yüzünden hayat benim için çekilmez hale gelince “hamilelik mi? bir daha asla!” dediğim günler olmuştu ama sonrasında güzel geçmiş ve 18 haftadan sonra kıpırdanmalarla birlikte “bu bir mucize, üstelik de benim içimde” diyerek göbeğime tapınır hale gelmiştim. Göbeğim etraftan da türbe gibi ziyaretçi almaya başlayınca iyice havaya girdim. Tanıdık tanımadık herkes benim göbeğime bakıyor, ellemek için adeta sıraya giriyordu :P


Neyse işte, işbu halde doğum yapınca ve bütün ilgi bir anda bebeğime kayınca biraz bocaladım sanırım. Epiduralsiz doğal doğum yaptığım için aslında ilk hafta hala kendimi çok güçlü hissediyordum; büyük bir güven vermişti bana; bu acıya katlandım ya hayatta her acıya katlanırım diyordum. İlk hafta çok mutlu geçti, bulutların üzerindeydim, bebeğimle dans ediyordum, ona şarkılar söylüyordum. 2 saatte bir uyanmama rağmen dinç bir şekilde ayakta duruyordum. Türkiye’den annem ve babam, buradan da kardeşim, dayım ve eşi gelmişlerdi. Onlar bizim her işimizi yapıyordu, beni sık sık dinlenmeye yolluyorlardı ama içim içime sığmıyordu. Heyecanlıydım, bebeğimi tanımaya çalışıyordum. Tatlı bir telaş da vardı tabii. Emecek mi, nasıl tutsam rahat eder, kıyafetleri rahatsız ediyor mudur, vs. Yenidoğan sarılığı olduğu için biraz üzüldük ama genel olarak çok mutluydum. Ta ki ikinci haftaya kadar...


İkinci hafta bulutların üzerinden tepetaklak aşağıya düştüm :) Kardeşim, babam ve dayımların gitmesiyle yeni bir süreç başlamıştı evde. Annem bizimle kaldı. Bu arada doğum sahnesi 1 hafta geçmeden unutuldu, çünkü ortada artık bakıma muhtaç ufacık minicik bir yaratık vardı. Artık hayatın merkezi oydu. Herkes onun için çalışıyordu, onun etrafında dönüyordu, tabii en çok da ben. Annem yardımcı olmak istiyordu ama ben bir türlü emanet edemiyordum, sürekli bir kaygı vardı, ya ona bir şey olursa, ya annem doğru tutamazsa, başı düşerse, annem düşerse,... bu tarz binlerce düşünce geçiyordu kafamdan. (Bu arada sonrasında bu kaygı yerini ‘ya bana bir şey olursa, ya T.’ye bir şey olursa, bebiş ne yapar’a bıraktı, sonra kendisi kelimenin gerçek anlamıyla kendi ayaklarının üzerinde durup konuşmaya başlayınca yine ilk seferki kaygı nüfus etti, biraz azalmış olsa da hala devam ediyor). Her neyse, bu korkularla baş edemediğim için, bebişi kimselere emanet edemedim. Anneme ev işleri konusunda yardımcı olmasını önerdim ama yemek yaptırmıyordum çünkü elleri suyla temas edince yara oluyordu. Yemekleri T. yapıyordu. Anneme bulaşık makinesi boşaltma görevi verdim, sen sadece bulaşık makinesini boşalt yeter dedim :) Onca yolu ‘bu çok önemli görev’ için mi geldim diye o da söylenmeye başladı haliyle. Ama işte bırakamıyordum bebeğimi, garip bir histi.


İkinci hafta bir gün çok bunalmıştım; evde çok sıkılmıştım; o gün T. dışarıdaydı; annem en yakınımda olduğu için ona çatmaya başladım. Neyse T. geldi ve ikisi birlikte beni karga tulumba evden dışarı attı :) Çık biraz yürüyüş yap kendine gel dediler. Hava çok soğuktu, her yer karla kaplıydı, dışarı çıktım, 20 dakika yürüdüm. Hamileyken yürüyüş yaptığım yerlerden geçtim ve işte o zaman bir daha hayatımın eskisi gibi olamayacağını anladım. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bir yandan eski hayatıma ağlıyordum, diğer yandan evde bıraktığım bebeğime. Koşar adımlarla eve döndüm ve bebeğimi kucağıma aldım, sonra biraz sakinleştim. Ve düzenlemeler yapmaya karar verdim. Hemen iş bölümü yaptım, anneme daha çok görev verdim :) Kendime de daha çok tek başına zaman. O günden sonra bebeğim 2 aylık olana kadar her gün tek başıma yürüyüş yapmaya çıktım, hava ısınınca da onunla birlikte. Bu yürüyüşler bana çok iyi geldi. Bir de tabii ki annem ve partnerim. Annem, bebişin bakımına daha çok dahil oldu, T. yine yemekleri yapmaya devam etti. İkisi birlikte temizlik işini de hallettiler. Bu iş bölümünde bana düşen yalnızca bebeğimi emzirmekti.


Ancak emzirmek benim için pek kolay olmadı. Emzirmeyi seviyordum fakat geceleri uykumdan uyanmayı, her gece 2 saatte bir kalkmayı pek sevmiyordum. Çok zor kalkıyordum ve her kalktığımda 1 saat boyunca bebişle ilgileniyordum: emzir, gazını çıkar, tekrar emzir, altını değiştir, mutfağa in bir şeyler ye, tekrar çık, tuvaletti, suydu... derken uykusuz kalıyordum. Başlangıçta T. de kalkıyordu benimle ama ben bebişi ona devredip yatamıyordum. Ertesi günü de uykusuzluk yüzünden yıpranmış oluyordum. İyi dinlenemeyince sütüm azalıyordu, sonuç olarak bebişin ağlaması artıyordu ve bu beni daha çok yıpratıyordu. Bebeğiniz uyuduğu zaman uyuyun diyorum şimdi herkese ama biliyorum ki bu çok zor. Çünkü insanın yapmak istediği o kadar çok şey var ki o sürede, uykuyla vakit kaybetmek istemiyor. Ama uyumayınca da kısır döngüye giriyor. İşte tam böyle bir kısır döngü içerisine girdiğim günlerden birinde annem gece bebişi ben yanıma alayım dedi. Önce itiraz etsem de baktım dayanacak gibi değilim, kabul ettim. Ben 10’da yatıyordum, onlar bebişi uyutuyordu, annem gece 12 öğününde bana sadece emzirmek için getiriyordu ve ben yatar/uyur halde emziriyordum, bebiş doyunca annem bebişi alıp gidiyordu. Bir dahaki sefere kadar onunla birlikte yatıyordu. Ancak bu da bende paranoya yarattı; ya annem uyursa, dönüp bebişi ezerse, bebiş yere düşerse vs. İlla beşiğinde yatsın dedim, ama beşiğinde uyumuyordu. Bir tartışma da oradan çıktı. Ben beşiğinde uyutmaya çalıştım ama beceremedim. Annem al koynuna yat, bebeğinin kokusunu içine çeke çeke uyu işte dedi. Başta tedirgin oldum, ya ezersem, ya düşerse, vs. diye ama uykusuzluğa dayanamayınca aldım koynuma yattım. Çok seviyordum bebeğimle yatmayı, emzirdiğim için de daha rahat oluyordu böylesi. Ama sonra alışırsa paranoyası başladı, öyle görmüştük, duymuştuk etraftan; bebekler alışırdı ve bize bunun kötü olduğu söylenmişti. Birkaç arkadaşımla konuştum, gizlice itiraf ettim birlikte uyuduğumuzu -sanki kötü bir şey yapıyormuşum gibi- onlardan destek gelince epey rahatladım. Tabii yine 2 saatte bir uyanıyordu ve ben uykusuz kalıyordum. Sonra yine eski sisteme döndük, 1 öğünü yine ya annem ya T. veriyordu. Önceleri sağıyordum ama sonra o da zor gelmeye başladı ve annemin önerisiyle mamaya başladık. 1 yaşına kadar geceleri 1 öğün mama verdik. Hatta ben arkadaşlarımla dışarı çıktığımda ya da okula gittiğimde de mama verdik. Bu konuyu takıntı haline getirmedim. Bir ara stres olsam da, sadece anne sütü vermeliyim diye, baktım ki bu beni çok zorluyor, vazgeçtim. Çünkü benim stresim sadece benimle kalmıyordu, önce bebeğimi, sonra tüm ilişkilerimi etkiliyordu. Ben de rahat moda geçtim. 2 sene de bu modda emzirdim bebeğimi. Halen beraber yatıyoruz ve bu benim hayatta en çok sevdiğim şeylerden biri :)


Şimdi dönüp baktığımda, esas olarak 1 ay sürdü diyebilirim benim lohusalığım. Yani olur olmadık zamanlarda gözlerin dolması, aşırı hassas bir halet-i ruhiye durumu. 40 gün diyorlar geleneksel lohusalık süresi için; burada da 6 hafta sonra doktor kontrolüne çağırıyorlar. Bizim ailede bu tarz gelenekler olmadığı için ne şerbet, ne kırk, ne de herhangi bir ritüelin içinde bulundum. Ama sanırım 40 gün sürmesi, hormonların eski haline dönmesi için gerekli süre. 40 gün boyunca kanama oluyor, benimki de ona yakın sürdü. Aslında makul bir zaman bence. Yeni hayata, bebekli bir hayata alışmak hiç kolay değil. Özellikle ilk 3 ay bizimkinde gaz sancısı problemi olduğu için daha bir zordu ve 6 aya kadar zorluklar azalarak devam etti. 6 aydan sonra dünyamız değişti. Hem iyice alıştık, hem de bebişin o hassas, kırılgan ve çığırtkan halleri gitti, ele, neşeye her şeye gelir bir bebek oldu. Tabii ki hala zorlukları var, çocuklu hayat kolay değil. Bazen eski hayatımı, o sorumsuz yaşantımı özlüyorum; bazen işlerimi yetiştiremediğimde 1 haftacık zamanım olsa, kendi başıma kalsam diyorum ama biliyorum ki uzaklaşsam da kafamın içi hep onunla dolu olacak. Gün içerisinde bile öyle çok özlüyorum ki, akşam koşarak eve dönüyorum. Çocuklu hayat zor ama bir o kadar da zevkli.


Her bebekle birlikte bir anne doğar derler ya; ilk zamanlar “çünkü kadının eski hayatı sona erer” kısmı telaffuz edilmez diye düşünürdüm. Hayatımın bir daha eskisi gibi olamayacağını anladığımda ilk verdiğim tepki kızgınlıktı. Etrafımdaki çocuklu insanlara kızmıştım. Neden bunu bana kimse söylememişti? Bu zorluklardan bahsetmemişti? Herkes hamileliğin keyfini çıkar diyordu ama kimse sonrasından bahsetmiyordu. Sonra sonra anladım bu insanları. İlk ayların zorluğu bir süre sonra unutuluyor. Hem siz çocuklu hayata alışıyorsunuz, hem iletişim boyutu giderek artıyor ve çok zevkli hale geliyor, hem de öyle bir geçiyor ki zaman, çoğunlukla dönüp bir şey düşünmeye pek fırsat kalmıyor açıkçası.


Süreçte Su Serpenler 
  • Tabii ki YavruSu :) Bir bebeğin gelişimini izlemek gerçekten olağanüstü. Her gün yeni yeni şeylerle sizi şaşırtıyor ve gülücükleriyle kendilerine ve hayata bağlıyor bu miniminiler.
  • Tabii ki partnerim ve annem. Onların desteği çok önemliydi. Bebiş 22 aylık olana kadar hiç tek başıma kalmadım, sonra da sadece 2 gün kendim baktım YavruSu’ya. 5,5 ay annem bizimleydi, sonra bir ay bir ablamız yardım etti, sonra tatil oldu annemlerin yanına gittik 2 ay kaldık, dönüşte yarım gün bir yuvaya başladı ve çok sevdiğimiz bir insan tarafından bakıldı, 14 aylıkken de tam zamanlı gitmeye başladı. Onun dışında kalan zamanlarda da T. ile her şeyi paylaştık. Öyle eşim bana yardım ediyor tadında değil, ciddi ciddi paylaştık her şeyi.
  • Her gün kendi başıma çıktığım yürüyüşler çok iyi geldi. Hem uzaklaşıp temiz hava almış oldum, hem de farklı şeyler düşünmeye fırsatım oldu.
  • Ekstra bir yük getirmiş olsa da 1 ay sonra okula başlamamın, bir nevi ‘eski hayatım’la bağ kurmamın rolü büyüktü. Bebekli hayat dışında bir hayatın da var olduğunu, farklı insanları, farklı dertleri haftada 1 gün de olsa görmek/duymak iyi gelmişti.
  • Uzun emzirme seansları sırasında kitap okumak, özellikle de roman okumak çok iyi gelmişti. Ancak her okuma iyi gelmedi maalesef. Okuduğum bazı yazılar ve çocuk bakımı kitapları bana kendimi kötü hissettirdi, eksik hissettirdi. Süperannelik dayatmasını fazlaca üzerimde hissettim. Anneliğin bana göre olmadığını düşündüğüm zamanlar oldu. Bir çocuk yetiştirmek için bir köy gerekir derler ya, doğal olanın bu olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de size en büyük tavsiyem mutlaka yardım almanız, bu sorumluluğu paylaşmanız. Aileniz, partneriniz ve arkadaşlarınız eminim bugünlerde size yardım etmekten çok büyük mutluluk duyacaklardır.
  • Feminist annelik ve alternatif ebeveynlik üzerine yaptığım okumalar da bu dönemde ilaç gibi geldi. Cynthia Peters’ın dediği gibi Vulgar Bir Çağda Ebeveynlik yapmak hiç kolay değil çünkü!
Evren, Şubat 2011

15 Şubat 2011 Salı

Selen'in Hikayesi

Anneliğe alışmak benim için oldukça zor bir süreçti ama birazdan anlatacağım hikâyem mutlu sonla bitiyor.
Öncelikle 1,5 sene öncesine gidelim. Eşimle hiçbir zaman tam olarak hazır hissedemeyeceğimize, bunu beklememeye ve artık şartlarımız da uygun olduğu için hamile kalmaya karar verdik. Etrafımda herkes 6-18 ay uğraşmıştı, bense “dakka bir, gol bir” diyerek beklemediğim bir anda hamile kalmıştım. Sarıldık, mutluyduk, 9 ay boyunca. Bebeğimin anne karnındaki gelişimini hafta hafta takip ettim, hiçbir şeyi kafama takmadan keyifli bir şekilde hayatıma devam ettim. Sigara ve alkol gitmiş, mutluluk hormonu gelmişti yerine. Tabi ki normal doğum yapacaktım, bu bir karar bile değildi, normaldi.
O gün hayatımın en güzel günüydü, bağıra çağıra doğurdum! Kocam yanımda, ailem yanımda ve sonunda oğlum yanımda. İlk gün geçti harala gürele hastanede. Gelen giden gürültü yaptıkça Cem mışıl mışıl uyudu.
Ve sonra akşam oldu… Bir mızıldanma, bir şikâyet, bir ağlama başladı ki sormayın. O an şunu fark ettim, ben bebeklerle ilgili hiçbir şey bilmiyordum. Yani hamileliği iyi araştırmıştım ama yeni doğmuş bir bebek ne yapar, ne eder bilmiyordum. Çevremde hiç bebek büyümemişti. 3-4 arkadaşımın çocuğu vardı ama bebekleriyle yaşadıklarının bir parçası olmamıştım. Ablamın ikizleri vardı ama çok yakın olmadığımızdan az görmüştüm ve ablamdan, annemden ve bakıcılardan bana hiç sıra gelmemişti. Yani ben sudan çıkmış balıktım. Hiç gözlemlememiş, hiç okumamıştım. Eeee, ne de olsa büyüyünce anne olacaktım.
Fiziksel bir rahatsızlıktan dolayı bir ay boyunca yattım. Doğumda kuyruk sokumum kırılmıştı çünkü meğer ben çocukken kırmışım orayı ve farkına varmamışız. Oğlumu kucağıma alamıyordum, yatarak emziriyordum ve biz bunu pek de beceremiyorduk. Diğer zamanlarda o ağlıyordu, eşim onu susturmaya çalışıyordu… Annem bu süre bizdeydi, evle ilgileniyordu. O dönem çok net değil, bir karmaşadır gitti. Bir ayın sonunda ben iyileştim, ayaklandım. Annem yazlığa kaçtı, neyse ki eşim vardı ama Cem ağlıyordu. Hep… 11 saat emzirdim bir gün sussun diye, bu arada her gün 1-2 kez ağlıyordum. Uyumuyordum, uyuduğumda rüyamda Cem’in ağlamasını duyuyordum. Hayatım alt üst olmuştu. Sürekli emzirmeliydim, yoksa ağlıyordu. Yapayalnızdım, kucağımda rahat etmeyen bebeğimle yapayalnız hissediyordum. Eski hayatımı düşünüp ağlıyordum. Ben arkadaş, ben eş, kardeş, çocuk, kolejli, tasarımcı, gezenti, reklamcıydım. Şimdi hayatım bitmişti. Sadece emzirmem gerekiyordu ve bunu da beceremiyordum.
Ağlıyordu, hep ağlıyordu. Ben de ağlıyordum, her geçen gün daha fazla… Önceleri ona bir şey olsa atlatır hayatıma devam edebilirim diye düşündüğüm oldu. Sonra tabii ki bu söz konusu değildi. Ben hayatta olmasam… Ona bakardı birileri, benden daha iyi. Çünkü ben yapamıyordum, yapamıyordum. Ben anne olamıyordum, ne yapmıştım. Ben anne olacak biri değilmişim diyordum sürekli. Giderek içime kapanıyordum. Cem artık 2 aylıktı ve ikimiz de hâlâ ağlıyorduk. Bir gün eve sığamadım, içim şişmişti sanki, kendimi yağmurlu bir günde sokağa attım. Eşim son anda arabanın anahtarını tutuşturmuştu elime. 2 saat arabada oturdum, ağladım, ağladım. Gözyaşlarım oluk oluk aktı ve 2 saatin sonunda dinmedi. En ufak bir rahatlama yaşamamıştım. Sadece daha çok ağlamak istiyordum. Ve o gün yardım almaya karar verdim. 2 gün sonra doktora gittim, lohusalık hüznünü aşıp depresyona güzelce geçiş yapmıştım. İlaç verdi doktor. Bu arada annem ve babam Bodrum’daki yazlıklarından geldiler ve Cem ile beni alıp Bodrum’a götürdüler.
Sonra ne mi oldu?
Sonrası dipten çıkış. Öncelikle Cem 3 ayını bitirirken sürekli ve kolik ağlamaları geçti. Gözlerime bakmaya ve hatta gülmeye başladı. Her ikimiz de bütün gün açık havadaydık ve ben giderek daha mutlu hissetmeye başladım. Ben düzeldikçe ve o büyüyüp dünyaya alıştıkça onu anlamaya başladım. Anne-çocuk empatisini sonunda yaşamaya başladık. Bu arada doktorumun tavsiyesiyle okuduğum bir kitabın da çok faydası oldu. Klişe ve sıradan bir insan olamamıştım hiçbir zaman ve şimdi anneliğimi de kendimce yaşayabilirdim. Bunu fark etmek benim ışığı görmem oldu. Oğlumu anlamak, uyutabilmek, yedirebilmek ve bunu standart olmadan yapabilmek beni gururlandırıyordu artık.
Kendime vakit ayırmam gerektiğini fark ettim. Cem’i annemin yardımcısına bırakıp 1-2 saat denize gidiyordum, akşam o uyuduktan sonra yemeğe çıkıyordum. En basitinden, banyo yaparken suyun altında 2-3 dakika öyle duruyordum. Durmayı tekrar öğrendim. 2 hafta sonra eşim yanımıza geldiğinde artık ağlamıyordum!
Geriye dönüp bakıyorum sık sık, düşünüyorum ne oldu, neden oldu. Sürekli yeni annelerle konuşuyorum, benim yaşadıklarımı yaşatmamayı misyon edindim kendime.
Öncelikle hamileliğiniz boyunca bebek bakımı, bebekli hayatla ilgili olarak tecrübeli insanlarla konuşun, araştırın, okuyun ki benim gibi şaşırmayın. Her türlü yardımı ilk günden kabul edin. Eşinizin omzunda rahatlamaya çalışın. Konuşun onunla, hislerinizi anlatın. Tecrübeli arkadaşlarınızdan destek alın, bu sadece telefonda 10 dakika muhabbet bile olabilir. Uyuyun, her fırsatta dinlenin. Ve inanılmaz gelse bile zamanla her şeyin daha güzel olacağına inanın.
Şimdiye gelirsek, ben, sevgili kocam, oğlum ve kedim mutlu bir aileyiz. Tabii ki hayat hala çok zor. Ama bir o kadar da güzel. Uyandığımda oğlumu özlemiş oluyorum. Onu düşününce kalbim çarpıyor. Tekrar çalışmaya başladım, kendim oldum. Cem de kendi oldu. Hayatım beklediğimin çok çok ötesinde değişti. Ama buna sonuna kadar değdi. Bundan seneler önce hayattaki tek amacımın mutlu ölmek olduğuna karar vermiştim. Ve şimdi bunun için mutlu yaşıyorum. Her geçen gün daha güzel, her geçen gün daha rahat, her geçen gün daha mutlu.




-- Selen'in hikayesi daha önce Blogcu Anne'nin blogunda yer almıştır. 

3 Şubat 2011 Perşembe

Meltem'in Hikayesi

Ben anne olmadan önce lohusalığı sadece şerbetten ibaret sanan bir kadınmışım. Anne olunca hiçbir şeyi anlamadımsa da bu lohusalığın ne berbat bir ruh hali olduğunu, ama kadınların bunu bilerek veya bilmeyerek birbirlerinden gizlediğini anladım. Anneliğin hep olumlu taraflarının, güzel yönlerinin öne çıkarıldığı bir hayatta (dergiler, televizyon programları, diziler, filmler, çevremizdeki diğer anneler... hatta yakın zamana kadar anne blogları da) yaşadığımızı düşünüyorum. İlk zamanlarını çok mutlu geçirmiş insanlar da vardır mutlaka (örneğin annem, “ilk bebeğimi 2 günlükken kaybedince sen doğunca lohusalık falan yaşamadım” diyordu bana) ama çoğunluğun böyle olduğunu düşünmüyorum. Aksine “Sağlıklı bir bebeğin var, daha ne olsun, mutsuz olman için bir sebep yok” mahalle baskısıyla kadınların bence hayatlarındaki dönüm noktalarından biri olan lohusalık dönemi duygularını bastırdıklarını düşünüyorum. Oysa bu olay dillendirdikçe, yalnız olmadığını bildikçe daha çabuk geçiyor. İnsanın zaman geçtikçe bu gel-gitli ruh halinin azalacağını duymaya ihtiyacı oluyor. O yüzden bence çok çok faydalı bir blog olmuş, aklınızla bin yaşayın. Benim de çorbada tuzum olsun bari:

Aşağıdaki yazıyı 20 günlük anneyken yazmıştım. 6 aylık anne kafamla tekrar okuyunca gerçekten çok karamsar geldi ama gerçekti. Yazmamış olsam hatırlayamazdım bunları, insan unutuyor gerçekten, tamamen unutulduğunda da ikinci çocuk isteniyor sanırım. Bir insanın her şey ama her şey gözüne batar mı ya, yeri gelmiş (şimdi çok faydasını gördüğüm) emziren anneler grubundaki e-maillere bile gıcık olmuşum, o kadar yani 

Not: parantez içindekiler sonradan eklenmiştir.



Hiç hissettirmeden başladı. Oğlum doğmadan 1-2 hafta kadar önce. İşe gitmeyi bırakmışım, yeni evimize yerleşme hazırlıklarını tamamlıyoruz. Hava da serin mi serin, hamileliğim süper geçti darısı anneliğime duaları arasında bir sabah uyandım ki, finallere çok az kalmış ve ben daha hiçbir konuya çalışmamışım gibi hissediyorum.

Daha bebek nasıl tutulur onu bile bilmiyorum, bir de faydası olur belki diye üye olduğum emzirme konulu bir gruptaki e-mailler (evet emziren anneler grubuydu bu) iyice moralimi bozuyor, emziremezsemi hiç aklına getirmemiş ben birden paniklere kapılıyorum. “What to Expect The First Year” kitabını okumaya çalışıyorum ama hiçbir şey aklımda kalmıyor. Annem yaparken öğrenirsin, halen kitap mı okuyorsun diyor. Derken 3 hafta geçiyor ve bir bakıyoruz o gün geliyor.

Epidural sezeryan (evet isteyen kınayabilir annesi ilk bebeğini normal doğum yüzünden kaybetmiş ve PCOS hastası olduğum için kolay hamile kalamayan ben bedenen normal doğuma hazır olsam bile zihnen hazır olmadığım için planlı sezeryan yaptım!) için beni ameliyathaneye götürenler de, epidurali yapanlar da, doktorum da, hasta bakıcılar da herkes ama herkes yaptığı işlemleri bana anlatıyor. O an aklıma bir kitapta okuduğum “yeni doğmuş bebeğinize yaptıklarınızı anlatın, dünyaya alışma aşamasında yapılanları bilirse daha mutlu olur” lafı geliyor, kendimi yeni doğmuş bir bebek gibi hissediyorum.

Sonra belden aşağım uyuşuyor ve sevgilim yanıma geliyor. O geldikten 10 dakika sonra 9 aydır beraber yaşadığım oğlumu ve plesantamı benden alıyorlar. Alıyorlar da sanki çöpe mi atıyorlar, plesantayı evet ama oğlumu kucağıma veriyorlar. Öpüyorum, kokluyorum, babası bana benzediğini söylüyor, seviniyorum ama ben “Pamuk şeker gibisin” diye seviyorum onu. En mutlu anımız...

Ama işte ne oluyorsa ondan sonra başlıyor, ilk gece bunu ben mi içimde taşıdım ve doğurdum, bu benim mi, ne kadar da güzel, aman ona bir şey olursa demekten, kaşını gözünü burnunu incelemekten gözüme uyku girmiyor. Teyzem uyu artık diyor, hemşire o uyurken uyuyun yarın bu kadar çok uyuyamayacak diyor. Aman olmuyor ilk gece bir dakika bile uyuyamıyorum.

Ertesi akşam denilenler oluyor, kendini halen ana rahminin sıcaklığında hissetmek isteyen yenidoğan benden ayrılmıyor. Emiyor, uyuyakalıyor, yatağına koyuyorsun uyanıyor. Kucağımda uyuyor, yatağına alıyorsun ağlıyor. Sadece bebek odasına gittiği bir iki saat uyuyorum ama sersem gibiyim. 2. gece de sabahı buluyor. Bu sefer de bir şey olsa da bir gece daha kalalım hissi basıyor, hem de bundan hiç suçluluk duymuyorum. Hem burda her şeyi onlar yapıyor, eve gidince nasıl olur paniği başlıyor. Ama nafile, doktorum geliyor sizi taburcu edelim artık diyor.

Akşamüstü evimize varıyoruz, oğlum araba koltuğunda mutlu mutlu uyuyor. Eve varınca koltuğunu salona koyuyoruz, ona bakınca başlıyorum ağlamaya.

-Neden ağlıyorsun?
-Bilmiyorum...
-Nasıl bilmiyorsun.
-Bilmiyorum işte elimde değil.

İki hafta kadar sürecek repliklerin ilki eve geldiğimiz gün başlıyor.

Bahçeye inme üşütürsün diyorlar, sinir oluyorum ağlıyorum. İki gün aynı odada oturuyorum, sıkıntıdan ağlıyorum. Tam uyutuyorum, ah benim güzel oğlum diye sevmeye geliyorlar, uyanıyor, ben ağlıyorum, uyandıranlara gıcık oluyorum. Bu niye ikide bir kaka yapıyor diyor babası, ağlıyorum. Sana benziyor diyorlar, ağlıyorum. Saat 5 oluyor, ağlıyorum. Teyzemle kuzenim 1. haftanın sonunda eve dönüyorlar, ağlıyorum. Sevgilim, 2 hafta sonra işe başlayacak diye, ağlıyorum. Annem yemek yapmaktan yoruluyor diye ağlıyorum. Altını değiştirirken üzerime işiyor, ağlıyorum. Tam yemeğe oturuyorum, uyanıp ağlıyor, ben de ağlıyorum. Bir gece çok uyuyor, az emiyor, göğüsler şişiyor, sütler akıyor, ağlıyorum. Süt sağmam gerekiyormuş, ağlıyorum. Bir gece çok emiyor, az uyuyor, ben uykusuz kalıyorum, ağlıyorum. Ben gazını çıkaramıyorum, annem çıkarıyor, ben niye yapamadım diye ağlıyorum. Uyurken çok şeker oluyor, ağlıyorum. Rüyamda oğlum kucağımdayken uyuyakaldığımı ve onun yere düştüğünü görüyorum, ter içinde uyanıyorum, yatağına bakıyorum, mışıl mışıl uyuyor, ohh rüyaymış diyorum, ağlıyorum. Kimseyle konuşmak istemiyorum, çünkü millet hayırlı olsun dedikçe ağlayasım geliyor. Telefonları zaten açamıyorum ama sonra da kimseyi geri aramıyorum. Babası sevinçle tebrikleri kabul ediyor, ben kabul edemiyorum diye ağlıyorum. Fotoğraflarına bakıyorum, ağlıyorum. Zırta pırta ağlıyorum.

Elif Şafak'ın daha evli bile değilken alıp okuduğum ve hiçbir anlam veremediğim Siyah Süt kitabını kütüphaneden bulup tekrar okuyorum. Baby blues kısmı aynı ben...Diğer kitaplarıma bakıyorum, evet orda da anlatmış. Sebepsiz her şeye ağlama hali, değişen ruh halleri, etrafla sürekli tartışma, anksiyete, eleştirilere aşırı duyarlılık ... vs. vs. Ama işte ben biliyordum, çalışmadığım yerden soru geleceğini biliyordum.

Bir de üstüne üstlük hamileliğimde oğlumda bulunan sorun devam ediyor çıkıyor, iyice ağlıyorum. Ne zaman ki, tetkiklerin sonuçları temiz çıkıyor ve biz her şeyi güçlü ve dayanıklı oğlumun az ağlaması sayesinde hallediyoruz, baby blues beni terkediyor. Belki 2 haftalık süresi doldu diye, belki ben farkına vardığım için, belki sağlıklı olmanın verdiği sevinçle gidiyor ama gidiyor.

Baby blues depresyon demek değilmiş, halk dilindeki lohusalık olsa gerek. Hormonların alt üst olmasından olurmuş. Eğer 2-4 haftadan fazla sürerse postpartum depresyona dönüşmüş demekmiş. İşte bu yüzden lohusa yalnız bırakılmaz lafı çok doğruymuş. Yanımda soğukkanlılığı ile teyzem, süper yemekleri ile annem, bana tatlılar yapan kuzenim ve benim tüm hormon seviye değişikliklerime tahammül eden, genelde akşamüstü ziyaret eden ağlama krizlerimle “Hah geliyor saat 5 oldu, hazırlanın” diye dalga geçen ve beni henüz hiçbir şeyi doğru düzgün beceremediğim halde ne kadar iyi bir anne olduğum konusunda motive eden sevgilim olmasaydı baby blues geldiği gibi gitmeyebilirdi de...

İyi ki oğlan doğurmuşum...(Buradaki sevinç benim çektiklerimi çekmeyecek diyeydi hatırlıyorum)
Meltem

Sulidin'in Hikayesi

1 Ekim gece sabaha karşı karar verdim gelmeye.Dar bir
kanala doğru ilerledim sanırım ama emin de değilim.Ben orada oraya
salınırken annemden aaah...uffff...aaayyh diye sesler duyuyordum.Bir
de bir adam sesi 'Doktorunu arayalım' gibi bir şey söylüyordu.Bundan
sonrası biraz karışık patır kütür,haldırdı huldurdu derken bir el aman
Tanrım...hissiz bir el,gözlerimin taa içine giren ve içimi parçalayan
bembeyaz bir ışık.Ve buuuuz gibi bir ortam.Bir sürü ses.Anneee
nerdesin??  Bunlar sen değilsin.Soğuktayım,sensizim.Her yerime bir
şeyler sokuşturuyorlar.Ayyy burnuma bir kablo,uuuf totomdan da bir şey
soktular...Annneeeee nerdesiiiiin?Sıcacıktın.sesin gelirdi ılık ılık
dipten,her yer nasıl da sıkışıktı.Şimdi o kadar geniş ki burası hep
bir uçma hissindeyim.Sonra annemi kokluyorum.Göremiyorum pek,ama o
kokuyu iyi bilirim ben.Annem o yüzüme değdirdi burnunu
biliyorum.Acıkmaya başladım galiba,ağlayıp duruyorum.Yakalayamıyorum
memeyi ama galiba başka şansımda yok ki.Doymak istiyorsan
asılcan.Neyse 2 fırt ile iyiyim şu aralar.Tanrım o da ne?Doyamıyorum
ne zamandır.Annemden hep bir hıçkırık sesi duyuyorum ve ne zaman emmek
için yanaşsam tuhaf bir şekilde irkiliyorum.Adını bilmediğim bir his
tüm bedenimi sarıyor ve ben korkudan tutamıyorum işte memeyi,başa
döndük mü....Annemin etrafında bir sürü ses var.Onlar konuştukça annem
daha çok hıçkırıyor ve bendeki o gerilme daha da artıyor.Annemin
sütüne benzer bir şeyler çekiyorum hem bu sefer ki çook kolay.Kasmadan
ağzıma geliyor ama bazen sanki boş çekiyorum o zaman yıkasım geliyor
ortalığı.Ateşim çıktı galiba her yerim yanıyor.Yine o ışıklı yer
öfffff....Aaaa annemin sütü bu tadını biliyorum ama bu kez o zor
olandan değil yine kolay olandan geliyor hemde anne sütü.Oooooh
mis,daha ne isterim ki.Anladım ben bu işi.Yine bır bır bir sürü
konuşan var.Annem artık çok kızıyor,o kızdıkça sütün tadı
bozuluyor.Keşke şu dilim çözülse de hepsine bir çift laf etsem.
Hmmm bir zamanlar geçiyor ama pek anlayamıyorum.Bildiğim tek şey
annemin kucağında huzurluyum.Elimle boynuna asılıyorum,aynı 4 ay önce
içerde,çıkmamak için o en son dakikada  duvarlara asıldığım gibi.

1 Ekim 2010 sabahtı..Ellerim buz gibiydi.Sancılarla hastaneye
gittim,bir güzel epiduralimi oldum 3 güzel gün sonrasında karpuzumu
aldım eve geldim.Unutamıyorum,hastaneden çıkarken ağladım ben.Herhalde
hastaneden çıkarken ağlayan tek anneyimdir.Neden mi?Evde ne halt
yiyeceğim ben şimdi diye...Annem hep yanımızdaydı.Bu durumdan gerçek
anlamda çok memnun olan ben ve karpuzduk.Emmiyordu ve uyuyordu,ne
olduysa 3 gün başladı.Emmiyordu ama uyumuyordu ve istikrarlı
ağlıyordu.Annem aç bu diyordu ben hayır diyordum.Hastanelik olduk.Mama
takviyesi yazdılar,ve ben sağarak vermeye başladım.Buradan sonra işte
benim lohusalık cinlerim bir bir bir sardılar etrafımı.Mama vermeme
taktı insanlar.Sağmama ve sütü biberonla vermeme diyecek bir sürü laf
buldular.Annemin yanımızda olması ve bana destek olmasını
anlamadılar.Herkese verilecek cevaplarım,sorulacak sorularım vardı.Ama
kızım vardı.En önemlisi o değil miydi.Kızım,Parol ve ben.Kafamdaki
resime uyamadı bir türlü o ilk aylar.Bazen etrafımda annem ve kızım
dışında kimseyi ama kimseyi görmek istemedim.Gaddar anne cini
ayaklandığındaysa Karpuzu bile görmek istemedim.Bu durum özellikle
geceleri nüks etti.Annem imdadıma yetişti.Sütü sağarak verdim,ne kadar
içtiğini hep görmek istedim.Çünkü kilosunu iyi bir seviyeye getirmek
ve onu sağlıklı kılmaktı amacım.Ve EVET ! emziremedim.Rahatlaya
bilirsiniz beni sürekli emzirmekle darlayan tüm insanlar.Sağlıklı bir
birey olması için onu yetiştirenin yani benim kafaca sağlıklı olmam
gerekiyordu.Onun için her fırsatta çıktım,hava aldım,arkadaşlarımla
buluşmaya çalıştım,buraya yazılar yazdım.Kendime gelebildim
mi.HAYIR.Aradan 4 ay geçti.Benim için unutulmayacak koca bir 4 ay.Bir
çok insanın tanımadığım yönleriyle tanıştım.Paylaşamamak neymiş daha
iyi idrak ettim.Anne neymiş bir güzel anladım.Annelik nasıl olurmuş
yolundayım hala.Muhtemelen Parol'un dünyasında o eski haliminden eser
yok şimdi:) Bu durum kaçık anne cinlerimi coştursa da şimdilik
yapılacak pek bir şey yok.Karpuzum minik pide elleriyle ağzıma
dokunuyor,odaya girdiğimde gözlerinde ışıklar parlıyor,evet bu gün de
az yemek yiyor ve yemeğini az yediğinde benim lohusa kafalarım
tutuyor.Benim lohusalık durumlarımda benden çok şey beklendi.Diğer
lohusa durumlarından ne bir eksiğim ne de bir fazlam var.Çoğu zaman
bir doktora görünsem mi dediğim oldu,hala da diyorum,bundan
utanmıyorum da.Aslında benim kimyamın formülü çok basit ve lohusalık
kafalarımı hafifletecek olanlarda bunu gayet iyi biliyorlar ama
işlerine gelmiyor işte.


Benim hikayemde böyle bir şey işte.Geçti mi,sanmam.Hala geceleri oldu
mu beni sarmaya başlıyor lohusa cinlerim.Ne zaman geçecek?Galiba bunun
cevabı en sevdiğimde ;)

2 Şubat 2011 Çarşamba

Nurefşan'ın Annesi'nin Hikayesi

Merhaba, lohusa hikayeleri fikri çok güzel gerçekten, ilgiyle takip edeceğim. Benim de içimi dökmem gereken yer burasıymış sanırım. Şuanda 6 aylık dünya tatlısı bir kızın annesiyim. Çok keyifli bir hamilelik geçirdim hatta çok okudum, bilinçlendim, doğuma hazırlık kursuna bile gittim. Benim için rüya gibi başlamıştı herşey. Normal ve mükemmel bir doğum yaptım öyle ki içinde anlatabileceğim acılı hiçbir anım yok, yarım saat sonra aldım bebeğimi kucağıma ve alır almaz emmeye başladı. Benim için emzirmek hiç mesele olmamıştı kafamda yani “ay sütüm olacak mı, olmayacak mı?”lar geçmemişti aklımdan. Daha da acıklısı içimde hiç yer etmemiş böyle bir telaş, düşünmedim bile emzirdim sadece. Ama benim annem kanser hastasıydı, hem de hastalığının en ağır dönemlerinde. Bebeğim 6 aylıkken kaybettim onu. Bu yazıyı annemi kaybetmişliğin acısını dışlayarak yazıyorum çünkü içine o acıyı katarsam muhtemelen devamı gelmez.
Annem hasta olduğundan onun yanında kaldım ilk 20 gün. Daha da kalacaktım ama annemin hastalığının doğal psikolojisiyle benim lohusa depresyonum bir araya gelince ortaya korkunç bir manzara çıktı, bebeğim arada ezilmeye başladı. Bebeğimle hastaneden direk anneme geldim, herşey yolunda ve doğal olarak sürekli mememde emiyordu beni. Ne kadar ara verdiğimizi hatırlamıyorum ama yarım saatte bir emiyor ve yeni doğmuş bir bebek için doğal olan bu değil mi. Ben gayet rahatım, keyifliyim, emzirme, süt vs. kafamda yok böyle sorular ki kayınvalidemin anneme şekerli su verin buna bu gece, doymuyor herhalde demesiyle başladı kabusum. Nasıl yani oldum, ne şekerli suyu hem de yeni doğmuş bebeğe. İşte emiyor kızım, keyifle annesini emiyor-uyuyor-emiyor-uyuyor, ne güzel döngümüz var. Şiddetli bir tepki verdim bu teklife, siz delirdiniz herhalde tepkisiydi ama ortamda bir tek bana delirmiş gözüyle bakılıyordu sanki anormal bir tavır takınmışım gibi. Bunu atlattık ve keyifle kızım emmeye devam ediyordu, aradan 2-3 gün geçti bu sefer annemin bu çocuk doymuyor herhalde, sürekli emiyor ben hiç sizi böyle emzirmezdim demesiyle yaşadı beynimdeki süt hormonları ikinci şoku. Ama bende de süt var yani gösteriyorum, sıkıyorum bakın süt işte bu ne diyorum. Bu arada gayet normal başladığım emzirme işi artık gözümde bir “iş” halini aldı ve bende panikle birlikte aşırı komposto tüketimi, aşırı yemek yeme, litrelerce su içme hatta sarımsağa varana kadar bir dolu süt yapıcı aktivite baş gösterdi ama sanki sütüm yokmuş gibi hissediyordum hep. Gelen akrabaların ben emzirmek için başka odalara kaçarken yanıma gelip beni seyretme arzuları ve sanki bu emzirme aktivitesi çok şaşalı bir olaymış gibi emziriyor musun maşallah! Sütün var mı maşallah! Aman yemeyi kesme sakın kilo vereceğim diye uğraşma! vs. sözleri beni daha da bir panikletiyordu. Bu arada bebeğim ağladıkça emzirmem en başta annemin garibine gidiyordu. Tabi ben de lohusalık gibi özel bir durum da yoktu yani lohusaydım ama aslında değilmişim gibi. Annem hasta olduğu için ilk günden itibaren ev işi, yemek, bebeğin bakımı tamamen bana bakıyordu ama tabi bu benim tercihimdi her ne kadar bu kadar zor olacağını bebek doğmadan tahmin edemesem de. Günde 3 saat falan uykuyla yaşıyordum o sıra, düşünün ki doğum yaptığım andan itibaren ben full aktiftim. Sonra memede ağlayan bebek ve bir kereden bişey olmaz diye biberonla verilen mama, ardından her gün bir kere mama seansı ve mamanın artıp daha az talep gören anne sütünün beyindeki hormonlar tarafından azalması,  derken bebeğin biberoncu çıkıp memeyi istememesi çünkü çok okumuş ama cahil annesinin ona biberonu memeyi bırakmaz rahatlığıyla vermesi… Süt sağan, bebek bakan, yemek yapan, iş yapan ama asla lohusa muamelesi görmemiş bir anne Sonuç; 20 gün anne memesiyle toplamda 1,5 aylık anne sütü alımı ve sonrasında sadece mamaya devam eden bebek.
Geçenlerde yakın bir arkadaşım doğum yaptı, evine gittim ziyarete. Baktım annesi her şeyini yapıyor hatta öyle ki bebeğini sadece emziriyormuş ve gece uyumaya devam ediyormuş, annesi onu dinlendirip emmediği zamanlarda bebeğine bakıyormuş. Üzerinde geceliği ve tek yaptığı şey bebeğini ihtiyaç duydukça emzirmek ve annesinin yoğun bir bakımı altında. Feci oldum, bunalıma girdim, acı çektim. Benim kaderimde böyleymiş biliyorum, Allah’tan gelene razıyım asla isyanım yok ama içim sızladı ve bu sızı her aklıma geldiğinde kanıyor bende. En çok da muhteşem başlayan emzirme hikayemin, sütüm olmasına rağmen hüsranla bitmesi hala içimde yara.


www.benkizimindelisiyim.blogspot.com

1 Şubat 2011 Salı

Mehtap'ın Hikayesi

Lohusalıkla ilgili beni sobeleyen falan olmadı ama fahri ilham perim Blogcu Anne’nin bugünkü yazısı beni dürttü resmen. Selen, yazısında lohusalık hüznünün nasıl lohusa depresyonuna dönüştüğünü anlatmış… Sanırım her kadının olmasa da birçok kadının buna benzer bir lohusalık hikayesi var. Benim de var…
2005 senesinde evlendiğimizde çeyiz denen şeyin varlığından bile bihaberdim ben. Danteller, oyalı yazmalar, çaydanlıklar falan saçma geliyordu, alakam yoktu evlilikle falan. Fena dalga geçerdim böyle evlilik meraklısı tiplerle, hala da geçerim ya… Bebek sahibi olmayı henüz düşünmüyorduk. En az iki sene vermiştik bu iş için kendimize. Zaten daha 23 yaşındaydım, bebekle ne işim olurdu? Evlenmeden önce altı sene boyunca gezip tozduğumuz için, evlilik sonrası bir dinlenme dönemine girmiş gibi olduk. Ev sessiz, soğuk gelmeye başladı. Arkadaşlarımız bebek yapmaya başladılar, biz de sevdik… Sevdik… Ve bir gün bir bebeğimiz olursa evimizin daha neşeli ve sıcak olacağına karar verdik. Tabii hemen çalışmalara başlamak lazımdı, ben bir polikistik over hastasıydım, istediğimiz kadar kolay olmayabilirdi bu iş. Çalışmalar başladıktan 1 ay sonra (yazıyla bir) hamile olduğumu öğrendim. Şahane bir temmuz günüydü, doğum günümü yeni kutlamıştık, evlilik yıldönümümüz yaklaşıyordu, bu nasıl güzel bir hediyeydi böyle?
Bir ay yeni bitmişti ki işten atıldım, evde dinlenmeye başladım. Mükemmel bir hamilelik geçirdim. Sakin, huzurlu… Uyudum, deliler gibi LOST izledim, İngilizce dersleri verdim, yüksek sesle müzik dinledim. Sadece hamileliğimin değil, hayatımın da en sakin, en huzurlu zamanlarını geçirdim. Harika günlerdi…
Doğal doğum istiyordum. Kesilmek, anestezi almak, acı çekmek, yatmak, pansuman falan istemiyordum, korkuyordum. Teyzem ebeydi, anneannem 10 tane (yazıyla on) çocuk doğurmuştu, en büyük teyzem 52 yaşında doğal doğumla beşinci çocuğunu doğurabilmişti, küçük teyzem ikiz bebeklerini bile doğal doğumla doğurmuştu e ben de yapabilirdim! Bizim ailenin kadınları bu konuda süperlerdi!
17 Mart 2007 gecesi saat gece 01:00’da, “acaba sancı nasıl başlar, nasıl anlarım?” diye düşünürken ilk sancı geldi. Arası hep aynı uzunlukta olan üçüncü sancı da gelince bir türlü uyandıramadığım kocamın yanından kalkıp annemin yanına gittim. İlk muayenemi annem yaptı ve doğumun başladığını söyledi. Sabah 9’a kadar annemin koynunda sancılarımı karşıladım. Sonrasında da kalorifer peteğine sarılıp sancımı çekmeye devam ettim . Sonra hastaneye gittik. Orası ayrı bir hikayedir, anlatmakla bitmez. Bir çeşit alacakaranlık kuşağı hikayesidir. Tipik Türk usulü; Yatış, lavman, tek başına tuvalete gitmek, yatarak sancı çekmek, suni sancı müdahalesi derken, ilk sancıdan tam 14 (yazıyla on dört) saat sonra homur homur homurdanan Kuzey’i kucağıma alabildim. Türk usulü epizyotomiden ben de payımı aldım tabii, baştan aşağı, içten dışa dikildim, sezaryenden daha fazla dikişim vardı. Lohusalık hüznünün ilk sinyallerini odama çıkmadan önce kanama kontrolü için yalnız bırakıldığım 15 dakikalık sürede vermiştim aslında ben…
Hastanede süt konusunda sıkıntı yoktu. Kuzey uyudu, emdi, sanki kolay gibiydi. Eve geldikten sonra her şey kabusa dönüştü! Annem bizimle kalıyordu, Kuzey’in banyosu, bakımı falan hiç sorun değildi ama sürekli ağlıyordu. Gazı vardı ve süt yoktu, açlıktan ağlıyordu. Bir damla süt gelmez mi? Gelmiyordu. Herkes sütü soruyordu.” Sütün var mı?”, “Emiyor mu?”, “Açlıktan ağlıyor!”, ”Mama verdiniz mi?”, “Şu mama çok güzel bunu alın”, “Fışkırmıyor bak sütün yok senin”, “Aç bu çocuk”, “Ölecek!”… O ağladıkça ben de ağlıyordum, vücudum hamileliğimde şişmediği kadar şişmişti. Üstümde uzun bol bir elbise, koltuk altlarıma kadar apse yapmış memelerimle ve şişmiş suratımla evde ağlayarak dolanıyordum. Kendimi suçlu hissediyordum. Bir bebek dünyaya getirmiştim, canım hala yanıyordu, memelerim acıyordu, ateşim çıkmıştı ve bebeğimin karnını bile doyurmaktan acizdim. Allah’ım herkes nasıl beceriyordu? Doğururdun ve emzirirdin, bu kadar basit nasıl olamazdı? Bu arada annem ve ben mama vermek istemiyorduk, sütün ilk günler gelmemesinin doğal olduğunu söylemişti doktor, bebek dayanabilir demişti, kayınvalidem pirinci kaynatıp suyunu içirmemi söylüyordu, eşim kimin doğru söylediğini bilmiyordu, ben bitmiştim zaten. Üçüncü gün Kuzey sarılık oldu, doktora gittiğimizde doğum kilosunun da altına indiğini öğrendik, hemen oracıkta eczaneden Wee marka bir biberon alındı (nefret ederim bu markadan hala), dandik bir mama kondu içine ve ağlamaktan sesi kısılmış, biberon emmeyi bilmeyen, sapsarı kesilmiş bebeğime genç bir hemşire mamayı içirdi. Ben artık ağlamıyordum, öğürüyordum resmen. Ağlamaktan midem bulanmıştı. Gözlerimi açamıyordum şişlikten. Kendimi aptal gibi hissediyordum. Kayınvalidemle bu yüzden kavga etmiştik, kocamla da kayınvalidemle kavga ettik diye kavga etmiştik, kocam nedense anneme kızmıştı, annem de kocama kızmıştı dengeleri kuramadığı için. Kısacası herkes küsmüştü birbirine, ben arada kalmıştım çaresizce ve olan sadece Kuzey’e olmuştu.
Annem o gün evi terk etti, evine döndü, kayınvalidem akrabasına gitti ve biz evde kaldık: Kuzey, ben ve Uğur. Kuzey uyanınca ben kendimi salak gibi hissetmeye devam ederek beceriksizce meme veriyordum, o sırada Uğur lanet olasıca Aptamil’i hazırlıyordu. Kuzey biberonu içince karnı doysa da işkence bitmiyordu, gaz illeti başlıyordu. Morarana kadar ağlıyordu. Yerde, koridorda, yatağın ucunda.. Nerede uyursa biz de yanına yatıp uyumaya çalışıyorduk. Bu arada ben cinlenmiştim resmen. Garip sesler duyuyordum, sürekli ensemde birinin nefesiyle yaşamaya başlamıştım.
Bir sabah Kuzey uyurken yatağının başında oturup düşündüğümü hatırlıyorum. “Ben böyle bir salaklığı nasıl yapmış olabilirim?” demiştim kendime. 24 yaşında anne olmuştum, daha çocuk gibi hissediyordum. Köylü kadınlar gibi beklemeden karnımı doldurmuştum. Hayatım bitmiş gibiydi. Bunu bırakıp bir yere gidemezdim, barlar, içmeler, gezmeler, nargile bitmişti. Üstelik iyi bir anne değildim. Reklamlardaki o iletişim manyağı olmuş anne-bebek portresinin tam tersiydik bebeğimle. Ben onu anlamıyordum, o benimle ihtiyaçlarını gideremiyordu, annem gitmişti, kocamla annemin arası bozuktu, kayınvalidemden nefret ediyordum eve gelip gidenler bitmiyordu, yalnız kalmak istiyordum, mümkün değildi. Kuzey’in bir an öldüğünü düşündüm. İçim ezildi sanki. Artık ölene kadar bu eziklikle yaşamayı kabullenmem lazımdı, annelik hiç bitmeyecek bir işkenceydi. Sürekli bebeğini düşünecektin, kendini feda edecektin, ona bir zarar gelmemesi için her şeyi yapacaktın. İşte o gün, yatağa dayanmış, çelimsiz oğlumun uykusunu izlerken, “Bundan sonra insanları kırmamak için kendimi kırmayacağım” dedim kendi kendime. “Kim beni kırarsa anında söyleyeceğim, içime atmayacağım, hemen halledeceğim”. Sözümü tuttum. Kim beni üzdüyse anında söyledim, hallettim. Sonraya bırakmadım. Hürmeti falan boş verdim, bazı konuları zamana bıraktım. Zaman küslükleri giderdi. Kayınvalidem beni anladı, tanıdı, kabullendi bu kararımı. Herkes benim bu yeni nemrut halimi kabul etti.
Emzirme işini pek kotarabildiğimi söyleyemem. 7 ay ite kaka anca emzirebildim. Kuzey biberonu çok sevdi, sonra da memeyi reddetti. Israrlarım sonuçsuz kaldı, pompalar işe yaramadı. Memelerin görevi erkenden bitti. İçimde taş gibi kaldı emzirme konusu. Ne zaman emziren anneleri duysam, görsem içim sızladı. Beceriksizliğimi hatırlattı bana bu, şiş bacaklarımı, ağlamaktan acıyan gözlerimi, Kuzey’in zayıf, sarı yüzünü hatırlattı. Henüz bebeğim yokken, Aptamil’in reklamı çıktığında, “Bu ne biçim marka, Aptamil, aptal çocukların maması” diye dalga geçmiştim. Aptal annenin maması oldu Aptamil. Allah’ın sopası bal gibi de vardı, sırtımda kırıldı.
9 ay boyunca iğrenç bir kişilik oldum çıktım. Regl olmadığım için terliyordum sürekli, sokağa çıkmak eziyetti çünkü emziremiyordum ve biberonla süt vereceksen hijyen lazımdı, bunu sokakta temin etmek zordu. Onca titizliğime rağmen Kuzey dizanteri oldu. Ne zaman hastalansa kendimi suçladım, ona süt verebilseydim hasta olmazdı, çocuk hastalıklı oldu benim yüzümden diye düşündüm. Kendimi üzmeye bahane aradım.
Beni bu buhrandan annem kurtardı. Evet, eşim süper bir baba oldu, ama lohusalık depresyonu geçiren eşine iyi bir eş olamadı, beceremedi o zamanlar işte. Ben anne olmayı beceremedim, o da bana destek olmayı beceremedi. Suç buluyorum zannedilmesin, ona da akıl vereni yoktu işte. Hepimizin önceliği Kuzey’di sanırım, bundan kaynaklanıyordu. Annem her gün dışarı çıkmamı sağladı. Yılmadı, usanmadı, bebekle sokağa çıkabilmemi sağladı. Beni masaja götürdü, kuaföre götürdü, makyaj yapmam için cesaret verdi. Yedirdi, içirdi, yeri geldiğinde çeneleri kapattı, kulaklarımı tıkadı. Herkesle aram düzeldi onun sayesinde. “Abartma” dedi bana. Anneliği abarttığımı fark ettim. Kendimden çok şey beklemiştim. Minicik bebeğimden çok fazla performans beklemiştim. En iyi mamayı alabiliyorduk, Kuzey 43. Haftasında 53 cm. doğan süper bir bebekti. 4 aylıkken oturabiliyordu, dipçik gibiydi, çok yakışıklıydı, her şeyi bir tık ileride beceriyordu ve 4 aylıkken uyumayı öğrenmişti. Beni hiç üzmüyordu, gece uykusunu alıyorduk, dinleniyorduk, kendi başına oynayabilen, dertsiz bir bebekti. Allah’tan belamı mı istiyordum?
Yavaş yavaş kendime geldim, düzeldim. Belki destek alsaydım 9 aydan daha kısa sürede hallederdik bu işi ama aklımıza gelmedi sanırım. Belki de daha kötü olsaydık giderdik diye düşündük. Kendimize göre “daha kötü” olmadık demek ki. Deli dolu, özgür bir kızdım, anne oldum. Yazması kolay, yaşaması zor bir şey bu. İçgüdülerime güvenerek hareket ettim her zaman, benim pusulam içgüdülerim oldu.
Defne’yi kucağıma aldığımda her şeyin tadını çıkarmaya baktım. Manyaklar gibi emzirdim, sürekli sürekli, yılmadan, ağlamadan, kendimi bırakmadan, kimseyi dinlemeden. Anneliğim tavan yaptı, annelik aktı paçalarımdan, taştım. İçimde kalan ne varsa yaptım, tüm hesapları kestim, borçları ödedim, “keşke”leri öldürdüm.
Velhasıl, annelik zor zanaat. Lohusa eşi ya da yakını olmak daha da zor. Dilerim ki bunların hiçbirini yaşamadan “anne” olabilsin kadınlar. Bir kadın anne olduğunda lütfen çenemizi tutalım, anne ne isterse “he” diyelim, biraz alttan alalım. Herkes bizim yaptığımız gibi yapmak zorunda değil, bırakalım da herkes kendi deneyimini oluşturabilsin…

Derya'nın Hikayesi

Hiç geçmeyecek sanmıştım. İçimden taşan öfke, sürekli dişlerimi sıktıran sinirlilik hali hiç bitmeyecek sanmıştım. Dünya korkunç bir yermiş ve ben bunu görememişim, herkes bencil, herkes kötü niyetliymiş meğer sanmıştım. Önce emziren anneler grubunda paylaşılanlar sonra yazdığım lohusa mimine gelen cevapların bir kısmı lohusalığın depresifliğe varabildiğini, süt üretildiği, regl olunmadığı, hormonların oturmadığı sürece devam edebileceğini görmemi sağladı. Ve tek olmadığımı bilmek bile bana acayip iyi geldi. Kızımın 4. ayının sonunda neredeyse minimuma indi depresyonum. 
21 Aralıkta yazdıklarım ise şöyleydi: 




"Cinnet Anaların Ayağının Altındadır!

Bu yazı bir 6 ay iç dökümüdür. Yazıda bütünlük, devamlılık, mantık arayanın zerre aklı yoktur. “Özet geç lan” diyecekler için özet başlıktadır. Ben olsam bilmiyorum bu kadar uzun ve plansızca iç dökümü olan bir yazıyı okur muydum (okurdun la sen, evet evet okurdum.)


Ta hamilelikten başladı. Hiç doğurmayanlar, ne yaşadığını tahmin edemediğinden dertlerini önemsemiyor, doğurmuş olanlar ise en zorlu durum kesinlikle kendilerinin yaşadığı durum olduğu için senin sıkıntılarını küçümsüyor ve böylece anne adayının en çok duyduğu laf “Geçer”, “O kadar önemli değil”, “Seninki de dert mi, ben hamileyken/doğurduğumda...”, “Ya abartıyorsun ama sen biraz...” , “Daha dur seen bunlar iyi günlerin...”, “Çok şikayet ediyorsun.
Oysa ben kolay kolay dert yanmam. Nereden bileyim. “Naber, nasıl gidiyor hamilelik?” sorusunu, içten, gerçekten ne halde olduğunu bilmek için sorduklarını sanmıştım. Ve bu yüzden nasıl gittiğini cevaplıyordum: “Midem bulanıyor”, “Kalçam çok ağrıyor”, “Ay nefes alamıyorum.”, “Çok sıkıldım.”... Var olan durumu söylüyordum ben sadece, ama karşımdaki yukarıda saydıklarımı söylüyordu. İyi ama ben şikayetlenek, dert yanmak için söylemiyordum ki bunları???

Hele “Daha dur sen...”cileri hiç anlamadım hala da anlamıyorum arkadaş. Hamilelikte başladılar hala devam ediyorlar:

İlk üç ay mide bulantısından ölürken: Daha dur, karnın büyüsün sen o zaman görücen sıkıntıyı...
Son üç ay ağırlıktan, kemik ağrısından, sıcaktan ölürken: Daha dur bunlar iyi günlerin bebek bir doğsun o zaman gör sen...
Bebek doğar: Daha dur, bir dişi çıksın...
Bir katı yemeye başlasın,
Bir ayaklansın,
Bir konuşmaya başlasın,

Yeter be arkadaş. Felaket tellalı mısın? Mutsuzluk sevici misin? Karşındakinin sıkıntısından mı besleniyorsun, derdin ne anlamıyorum ki.

Devam edelim. Hamilelik zamanı acayip bir dönem olsa da, hormonlar, karında bir canlı, acayip haller falan, bebek doğduktan sonra anne için çok çok daha acayip bir dönem başlıyor. Hormonlar hala aynı başıbozuklukla devam ederken, regl olmuyor olmak, süt üretiyor olmak, hiç bilmediğin bir şeyi öğreniyor, alışmaya çalışıyor, deneyimliyor olmak vsnin yarattığı stres, minicik bir canlıyı hayatta tutmaya, sağlıklı kılmaya, doyurmaya çalışıyor olmak, Cinsel hayatının dengesizleşmesi, eşle yeni bir denge tutturmaya çalışmak vs derken anne adayı cinnetin sınırlarında dolaşmaya başlıyor. Ha bazıları daha az bazıları daha çok. Bazılarının yanında annesi, akrabası vs oluyor ve bunlar hyatı çok kolaylaştırıyor, bazılarının ise anne vsnin olması ve sürekli müdahale etmesi işi daha beterleştiriyor. Kimisi bebeğinin ve kendinin her ihtiyacını anında karşılıyor kimisi ise doktor parasını bile kırk kere düşündüğünden daha da strese giriyor. Kimisinin yanında çalışan yardımcısı, bakıcısı oluyor, altında arabayla her daraldığında stres atmaya dışarı çıkabiliyor, kimisinin eşi bile iş güç vsden günün çoğunda yanında olamıyor. Kimisi yapı olarak evde kalmaya, çocuk bakmaya, anne olmaya çok müsait kimisi için ise 3 gün evde kalmak ölüm olduğundan aylardır evde bebek bakıyor olmak kafayı yedirtiyor.

İşte burada mühim olan şu oluyor ki, karşındaki empati yoksunları için tüm bu ayrıntıların Hiçbir önemi olmuyor ve onların için sen: AMA ÇOK ABARTIYORSUN. Onlar da çocuk büyütmüşler hem de kesinlikle DAHA yaramaz, DAHA çok yiyen, DAHA çok ağlayan, DAHA az uyuyan bir çocuk büyütmüşler ama onlar hiç şikayet etmemiş ve şahane başarmışlar o işi. Sen bir hiçsin, beceriksizsin, bir de üstüne üstlük utanmadan hala konuşuyorsun.

Herkes her şeyi şahane bildiği için te doğumla birlikte başlıyor hayatın dış çemberinin sinsi sinsi hayatı zehretme girişimleri. Hastanede: “O tulum ince değil mi, hırka mı giydirsen?” diye başlıyor mesela. “Süt ver, anne sütü ver, anne sütü ver , anne sütü ver...” şeklinde çocuk bir yaşına kadar hiç bitmeyecek olanı ile devam ediyor. Benim memeler büyük, Aze'nin ağzı küçücük dakka bir gol bir emzirme sıkıntısı yaşadık. Hastanedeki hemşireler de sağolsun çok ısrarla öğretmediklerinden, ben her boku şahane öğrenmiş, çalışmış, hazırlanmış ama emzirmenin hiçbir sıkıntısını bilmeyip, “memeyi sokacam ağzına olacak bitecek, en az 1.5 yıl da emziririm ben” düzlüğünde olduğumdan “ya bir dakika olmadı bu, öğretin bize” demedim. Onların yerine hayatımıza giren herkes bir şeyler öğretmeye kalktı. Eve gider gitmez annem “doymuyor bu çocuk mama verin” demeye başladı, kaynanam, arkadaşlarım, komşular, hastanede beraber yanyana beklemekten başka bir hukukumuz olmayan kadına kadar devam etti. Bir o kadar kişi de tersinden, “Mamaya sakın başlamayın, 15 dakikada bir emzir ki öğrensin” şeklinde bir koro icra etti. Benim meme uçlarım paramparça oldu. Sütüme kan karıştı sıklıkla. Sağma makinasından, göğüs kalkanına, silikon uçtan, bilumum kreme kullanmadığımız şey kalmadı.

Herkes bebeğin doyması, anne sütü alması, mama alması, üşümesi, terlemesi... derdindeyken, kimse beni düşünmedi. Kimse “Ya moralin nasıl, gel on dakika boş ver, gerekirse emzirmeyi tümden boşver, kafayı yiyeceksin, mutsuz ve mutsuz eden olacağına mama ver ama mutlu olun ailecek. Sonra sakin kafayla çabalarsın.” demedi. Karnımı doyurmamı söyleyen bile “Bebeğe süt olsun” diye söyledi. Tam iki ay bebeğimi görür görmez gerildim a dostlar. Şimdi acıkacak ve hem bana işkence etmeye başlayacak hem de doymayacağı için ağlayacak diye. Tam iki ay o özlemle beklediğim bebeğimle hayalimdeki mutluluğu, huzuru yaşayamadım. Ne zamanki kilo veriyor diye mama başladık, o zaman nefes aldım, o zaman bebeğimle gerilmeden mutlu anlar yaşamaya başladım. Dedim ya, onca zaman içinde de bana moral olmak bir yana “Ohooo bu da sıkıntı mı?”larla karşılandım. Paso baskı yaşadım. Ne zaman ki o stresi attım, mama sayısını azalta azalta sırf anne sütüyle beslemeye başladım kızımı. Emme işini beceremedik belki ama sağma makinasıyla yakın temas halinde her öğününü çıkarmaya başladım kızımın.

3 saatte bir sağ ki süt azalmasın ve Aze'nin her öğünü tam olsun, bebeği emzirirken ki sıcak duygu yerine plastik aletle gün içinde toplam neredeyse 4 saat vakit geçir, Doğum esnasında kuyruk sokumunda çıkık olsun doğru dürüst oturama, belinde incinme olsun geceleri yatama, sen her sorana – sormayana “olllley sütüm 20 cc arttı.”, “ollley Aze aralıksız şu kadar uyudu.” derken, senle bir doğuran yakın arkadaşların abuk “nazar değer” inancıyla “eee sütüm mü, şey, yok ya benim sütüm az.” deyip dolaplarda süt depolasın, tüm gece uyuyan bebekleri için “ayhh 6 kez uyanıyor geceleri.” desin ve sen algılayama bütün bu rol yapma sürecini. Kimse niye her sarılana niye ağladığını çözemesin, yorgunluktan, mutsuzluktan kapıdan bile çıkmak isteme. Kapıdan çıkmak istemedikçe daha da derin depresyona gir, eve gelen olursa geliyor diye sinirlen, gelmeyene gelmiyor diye sinirlen... Telefonda ya da yüz yüze sorulan nasılsın sorusuna "galiba deliricem, galiba feci depresyondayım." cevabına, her yüz yüze gelindiğinde "Yok yok iyisin, şahane görünüyorsun." mu denir? Sana niye yalan söyleyeyim ayol? Delirtmeyin insanııııııııııı. Ve işte daha delice onbinyüzmilyon şey.

Emzirmeden bebeği yıkamaya bebeğe dair herşeyle ilgili herkes çok bilip çok kendinden emin konuştukça, “O öyle olmaz yanlış yapıyorsun.” dendikçe ben daha kendime güvensiz olup daha beceriksiz hissettim kendimi. Öyle hissettikçe herkese öfkem arttı, öfkem arttıkça elim ayağıma daha çok dolandı. Yapmam gerekenler, yapmak istediklerim, Olması gerekenler, olmasını istediklerim her şey o kadar birbirine karıştı ki, hormonlar ve yeni hayat tarzının zorlukları hepsi birleşip kronik bir manyak yarattılar bende. 40 gün saydım hormonlar dinecek, hayat yeniden güzelleşecek diye. 40 çıkınca lohusalık biter, bu haller de biter dediler çünkü.

Yok. Bitmedi. Bitmeyince ben kendimi suçlamaya başladım, herkes de yardım etti: “Yok artık lohusa da geçti daha tafran kime, artistliğin kime??”. Evet Loğusa da geçmişti, ben niye hala böyle dengesiz, stresli, ağlamaklı idim?? Neden göğsüm dolduğunda Aze ya da sağma makinası göğsüme değer değmez ağlamaya başlıyordum?? Kimse demedi ki “Makina mı la bu çat diye kesilsin? Regl olmuyorsun, süt üretmeye devam ediyorsun, hormonlar hala alt üst normal değil mi?” yok, çevremde bunu diyen olmadığı gibi tam tersi abarttığım, artık bitmesi gerektiği söylendi. Haftalar, aylar geçti, dayanamadım, emziren anneler mail grubuna sordum mail atarak: “Ben manyak mıyım?? Bende bir tuhaflık mı var? Bir tek ben miyim doğumdan sonra bu kadar zaman geçmesine rağmen hormonal dengesizliklerden, depresyondan, stresten muzdarip?”

Neyse ki çok anne varmış bunu yaşayan. Neyse ki çok doğalmış. Neyse ki ben suçlu-şımarık-kaprisli-abartan-tuhaf olan değilmişim. Ama sen gel bunu -üstelik kendi de yaşadığı için anlaması gerekirken- “aaa bu ne ki”ci başta annem olmak üzere çevremdeki annelere anlat. Esra Sert bu tür annelere dair o kadar güzel yazmış ki şu linkte: http://www.ayseninikizleri.com/BlogDetay.aspx?BlogID=95

Üzerine bıraksalar 5 sayfa daha yazarım çünkü şu son 6 ayda o kadar çektim ki eş dost empatisizliğinden o kadar olur. Ama yazmayacağım çünkü çok acıtıyor. İyi gün dostum çokmuş onu anladım. Hormonlardan dolayı kırdığım, küstüğüm, kırıldığım, sert çıktığım çok eş dost arkadaş oldu. Bazen haklı olduğum bazen haksız. İki durumda da “Kötü dönemden geçiyor, şimdi idare etmeyip ne zaman idare edeceğim.” diyenler canım ciğerim oldu, demeyip arkasını dönenlerin ise “Canları sağolsun.”

Blogcu Anne bugünkü yazısında ben ve benim gibi bir sürü annenin dermanını yazmış aslında. İşin kötü yanı şu ki insan böyle açıktan istemeden süngeri olan insanları olsun istiyor. Hem senin anlattıkları emip çekmesi açısından istiyor süngerliği hem de sert çıkıp kafa attığında kaya olup can acıtmayıp, sünger olup yumuşatsın darbeyi diye. Böyle kötü zamanlarda anlıyor ne kadar az gerçek dostu var ve var olan dostlarının da ne kadar azı sünger özelliğine sahip.

Ben ruh halimi pek göstermem. Dışardan bakıldığında genelde bana bakan yüzde 90 gülümseyen bir surat görür. Benim gibi insanların olması ihtimalini de göze alarak tavsiyeme uyun derim: Bir 5-6 ay önce doğurmuşa bulaşmayın. Yirmi çocuk doğurmuş bir anne bile olsanız annelik öğretmeye kalkmayın. Ayların dolmuşluğuyla kıyılarında gezindiği cinnetle saniye düşünmeden doğranabilirsiniz demedi demeyin. İyilik edecekseniz bir börek yapın, yanına içecek bir şey verin, oturun da bol bol dinleyin. Elif Anne'nin dediği gibi, çözüm isteyen yok sizden korkmayın. Sadece dinleyin ve dinleyin.  "