Lohusalıkla ilgili beni sobeleyen falan olmadı ama fahri ilham perim Blogcu Anne’nin bugünkü yazısı beni dürttü resmen. Selen, yazısında lohusalık hüznünün nasıl lohusa depresyonuna dönüştüğünü anlatmış… Sanırım her kadının olmasa da birçok kadının buna benzer bir lohusalık hikayesi var. Benim de var…
2005 senesinde evlendiğimizde çeyiz denen şeyin varlığından bile bihaberdim ben. Danteller, oyalı yazmalar, çaydanlıklar falan saçma geliyordu, alakam yoktu evlilikle falan. Fena dalga geçerdim böyle evlilik meraklısı tiplerle, hala da geçerim ya… Bebek sahibi olmayı henüz düşünmüyorduk. En az iki sene vermiştik bu iş için kendimize. Zaten daha 23 yaşındaydım, bebekle ne işim olurdu? Evlenmeden önce altı sene boyunca gezip tozduğumuz için, evlilik sonrası bir dinlenme dönemine girmiş gibi olduk. Ev sessiz, soğuk gelmeye başladı. Arkadaşlarımız bebek yapmaya başladılar, biz de sevdik… Sevdik… Ve bir gün bir bebeğimiz olursa evimizin daha neşeli ve sıcak olacağına karar verdik. Tabii hemen çalışmalara başlamak lazımdı, ben bir polikistik over hastasıydım, istediğimiz kadar kolay olmayabilirdi bu iş. Çalışmalar başladıktan 1 ay sonra (yazıyla bir) hamile olduğumu öğrendim. Şahane bir temmuz günüydü, doğum günümü yeni kutlamıştık, evlilik yıldönümümüz yaklaşıyordu, bu nasıl güzel bir hediyeydi böyle?
Bir ay yeni bitmişti ki işten atıldım, evde dinlenmeye başladım. Mükemmel bir hamilelik geçirdim. Sakin, huzurlu… Uyudum, deliler gibi LOST izledim, İngilizce dersleri verdim, yüksek sesle müzik dinledim. Sadece hamileliğimin değil, hayatımın da en sakin, en huzurlu zamanlarını geçirdim. Harika günlerdi…
Doğal doğum istiyordum. Kesilmek, anestezi almak, acı çekmek, yatmak, pansuman falan istemiyordum, korkuyordum. Teyzem ebeydi, anneannem 10 tane (yazıyla on) çocuk doğurmuştu, en büyük teyzem 52 yaşında doğal doğumla beşinci çocuğunu doğurabilmişti, küçük teyzem ikiz bebeklerini bile doğal doğumla doğurmuştu e ben de yapabilirdim! Bizim ailenin kadınları bu konuda süperlerdi!
17 Mart 2007 gecesi saat gece 01:00’da, “acaba sancı nasıl başlar, nasıl anlarım?” diye düşünürken ilk sancı geldi. Arası hep aynı uzunlukta olan üçüncü sancı da gelince bir türlü uyandıramadığım kocamın yanından kalkıp annemin yanına gittim. İlk muayenemi annem yaptı ve doğumun başladığını söyledi. Sabah 9’a kadar annemin koynunda sancılarımı karşıladım. Sonrasında da kalorifer peteğine sarılıp sancımı çekmeye devam ettim . Sonra hastaneye gittik. Orası ayrı bir hikayedir, anlatmakla bitmez. Bir çeşit alacakaranlık kuşağı hikayesidir. Tipik Türk usulü; Yatış, lavman, tek başına tuvalete gitmek, yatarak sancı çekmek, suni sancı müdahalesi derken, ilk sancıdan tam 14 (yazıyla on dört) saat sonra homur homur homurdanan Kuzey’i kucağıma alabildim. Türk usulü epizyotomiden ben de payımı aldım tabii, baştan aşağı, içten dışa dikildim, sezaryenden daha fazla dikişim vardı. Lohusalık hüznünün ilk sinyallerini odama çıkmadan önce kanama kontrolü için yalnız bırakıldığım 15 dakikalık sürede vermiştim aslında ben…
Hastanede süt konusunda sıkıntı yoktu. Kuzey uyudu, emdi, sanki kolay gibiydi. Eve geldikten sonra her şey kabusa dönüştü! Annem bizimle kalıyordu, Kuzey’in banyosu, bakımı falan hiç sorun değildi ama sürekli ağlıyordu. Gazı vardı ve süt yoktu, açlıktan ağlıyordu. Bir damla süt gelmez mi? Gelmiyordu. Herkes sütü soruyordu.” Sütün var mı?”, “Emiyor mu?”, “Açlıktan ağlıyor!”, ”Mama verdiniz mi?”, “Şu mama çok güzel bunu alın”, “Fışkırmıyor bak sütün yok senin”, “Aç bu çocuk”, “Ölecek!”… O ağladıkça ben de ağlıyordum, vücudum hamileliğimde şişmediği kadar şişmişti. Üstümde uzun bol bir elbise, koltuk altlarıma kadar apse yapmış memelerimle ve şişmiş suratımla evde ağlayarak dolanıyordum. Kendimi suçlu hissediyordum. Bir bebek dünyaya getirmiştim, canım hala yanıyordu, memelerim acıyordu, ateşim çıkmıştı ve bebeğimin karnını bile doyurmaktan acizdim. Allah’ım herkes nasıl beceriyordu? Doğururdun ve emzirirdin, bu kadar basit nasıl olamazdı? Bu arada annem ve ben mama vermek istemiyorduk, sütün ilk günler gelmemesinin doğal olduğunu söylemişti doktor, bebek dayanabilir demişti, kayınvalidem pirinci kaynatıp suyunu içirmemi söylüyordu, eşim kimin doğru söylediğini bilmiyordu, ben bitmiştim zaten. Üçüncü gün Kuzey sarılık oldu, doktora gittiğimizde doğum kilosunun da altına indiğini öğrendik, hemen oracıkta eczaneden Wee marka bir biberon alındı (nefret ederim bu markadan hala), dandik bir mama kondu içine ve ağlamaktan sesi kısılmış, biberon emmeyi bilmeyen, sapsarı kesilmiş bebeğime genç bir hemşire mamayı içirdi. Ben artık ağlamıyordum, öğürüyordum resmen. Ağlamaktan midem bulanmıştı. Gözlerimi açamıyordum şişlikten. Kendimi aptal gibi hissediyordum. Kayınvalidemle bu yüzden kavga etmiştik, kocamla da kayınvalidemle kavga ettik diye kavga etmiştik, kocam nedense anneme kızmıştı, annem de kocama kızmıştı dengeleri kuramadığı için. Kısacası herkes küsmüştü birbirine, ben arada kalmıştım çaresizce ve olan sadece Kuzey’e olmuştu.
Annem o gün evi terk etti, evine döndü, kayınvalidem akrabasına gitti ve biz evde kaldık: Kuzey, ben ve Uğur. Kuzey uyanınca ben kendimi salak gibi hissetmeye devam ederek beceriksizce meme veriyordum, o sırada Uğur lanet olasıca Aptamil’i hazırlıyordu. Kuzey biberonu içince karnı doysa da işkence bitmiyordu, gaz illeti başlıyordu. Morarana kadar ağlıyordu. Yerde, koridorda, yatağın ucunda.. Nerede uyursa biz de yanına yatıp uyumaya çalışıyorduk. Bu arada ben cinlenmiştim resmen. Garip sesler duyuyordum, sürekli ensemde birinin nefesiyle yaşamaya başlamıştım.
Bir sabah Kuzey uyurken yatağının başında oturup düşündüğümü hatırlıyorum. “Ben böyle bir salaklığı nasıl yapmış olabilirim?” demiştim kendime. 24 yaşında anne olmuştum, daha çocuk gibi hissediyordum. Köylü kadınlar gibi beklemeden karnımı doldurmuştum. Hayatım bitmiş gibiydi. Bunu bırakıp bir yere gidemezdim, barlar, içmeler, gezmeler, nargile bitmişti. Üstelik iyi bir anne değildim. Reklamlardaki o iletişim manyağı olmuş anne-bebek portresinin tam tersiydik bebeğimle. Ben onu anlamıyordum, o benimle ihtiyaçlarını gideremiyordu, annem gitmişti, kocamla annemin arası bozuktu, kayınvalidemden nefret ediyordum eve gelip gidenler bitmiyordu, yalnız kalmak istiyordum, mümkün değildi. Kuzey’in bir an öldüğünü düşündüm. İçim ezildi sanki. Artık ölene kadar bu eziklikle yaşamayı kabullenmem lazımdı, annelik hiç bitmeyecek bir işkenceydi. Sürekli bebeğini düşünecektin, kendini feda edecektin, ona bir zarar gelmemesi için her şeyi yapacaktın. İşte o gün, yatağa dayanmış, çelimsiz oğlumun uykusunu izlerken, “Bundan sonra insanları kırmamak için kendimi kırmayacağım” dedim kendi kendime. “Kim beni kırarsa anında söyleyeceğim, içime atmayacağım, hemen halledeceğim”. Sözümü tuttum. Kim beni üzdüyse anında söyledim, hallettim. Sonraya bırakmadım. Hürmeti falan boş verdim, bazı konuları zamana bıraktım. Zaman küslükleri giderdi. Kayınvalidem beni anladı, tanıdı, kabullendi bu kararımı. Herkes benim bu yeni nemrut halimi kabul etti.
Emzirme işini pek kotarabildiğimi söyleyemem. 7 ay ite kaka anca emzirebildim. Kuzey biberonu çok sevdi, sonra da memeyi reddetti. Israrlarım sonuçsuz kaldı, pompalar işe yaramadı. Memelerin görevi erkenden bitti. İçimde taş gibi kaldı emzirme konusu. Ne zaman emziren anneleri duysam, görsem içim sızladı. Beceriksizliğimi hatırlattı bana bu, şiş bacaklarımı, ağlamaktan acıyan gözlerimi, Kuzey’in zayıf, sarı yüzünü hatırlattı. Henüz bebeğim yokken, Aptamil’in reklamı çıktığında, “Bu ne biçim marka, Aptamil, aptal çocukların maması” diye dalga geçmiştim. Aptal annenin maması oldu Aptamil. Allah’ın sopası bal gibi de vardı, sırtımda kırıldı.
9 ay boyunca iğrenç bir kişilik oldum çıktım. Regl olmadığım için terliyordum sürekli, sokağa çıkmak eziyetti çünkü emziremiyordum ve biberonla süt vereceksen hijyen lazımdı, bunu sokakta temin etmek zordu. Onca titizliğime rağmen Kuzey dizanteri oldu. Ne zaman hastalansa kendimi suçladım, ona süt verebilseydim hasta olmazdı, çocuk hastalıklı oldu benim yüzümden diye düşündüm. Kendimi üzmeye bahane aradım.
Beni bu buhrandan annem kurtardı. Evet, eşim süper bir baba oldu, ama lohusalık depresyonu geçiren eşine iyi bir eş olamadı, beceremedi o zamanlar işte. Ben anne olmayı beceremedim, o da bana destek olmayı beceremedi. Suç buluyorum zannedilmesin, ona da akıl vereni yoktu işte. Hepimizin önceliği Kuzey’di sanırım, bundan kaynaklanıyordu. Annem her gün dışarı çıkmamı sağladı. Yılmadı, usanmadı, bebekle sokağa çıkabilmemi sağladı. Beni masaja götürdü, kuaföre götürdü, makyaj yapmam için cesaret verdi. Yedirdi, içirdi, yeri geldiğinde çeneleri kapattı, kulaklarımı tıkadı. Herkesle aram düzeldi onun sayesinde. “Abartma” dedi bana. Anneliği abarttığımı fark ettim. Kendimden çok şey beklemiştim. Minicik bebeğimden çok fazla performans beklemiştim. En iyi mamayı alabiliyorduk, Kuzey 43. Haftasında 53 cm. doğan süper bir bebekti. 4 aylıkken oturabiliyordu, dipçik gibiydi, çok yakışıklıydı, her şeyi bir tık ileride beceriyordu ve 4 aylıkken uyumayı öğrenmişti. Beni hiç üzmüyordu, gece uykusunu alıyorduk, dinleniyorduk, kendi başına oynayabilen, dertsiz bir bebekti. Allah’tan belamı mı istiyordum?
Yavaş yavaş kendime geldim, düzeldim. Belki destek alsaydım 9 aydan daha kısa sürede hallederdik bu işi ama aklımıza gelmedi sanırım. Belki de daha kötü olsaydık giderdik diye düşündük. Kendimize göre “daha kötü” olmadık demek ki. Deli dolu, özgür bir kızdım, anne oldum. Yazması kolay, yaşaması zor bir şey bu. İçgüdülerime güvenerek hareket ettim her zaman, benim pusulam içgüdülerim oldu.
Defne’yi kucağıma aldığımda her şeyin tadını çıkarmaya baktım. Manyaklar gibi emzirdim, sürekli sürekli, yılmadan, ağlamadan, kendimi bırakmadan, kimseyi dinlemeden. Anneliğim tavan yaptı, annelik aktı paçalarımdan, taştım. İçimde kalan ne varsa yaptım, tüm hesapları kestim, borçları ödedim, “keşke”leri öldürdüm.
Velhasıl, annelik zor zanaat. Lohusa eşi ya da yakını olmak daha da zor. Dilerim ki bunların hiçbirini yaşamadan “anne” olabilsin kadınlar. Bir kadın anne olduğunda lütfen çenemizi tutalım, anne ne isterse “he” diyelim, biraz alttan alalım. Herkes bizim yaptığımız gibi yapmak zorunda değil, bırakalım da herkes kendi deneyimini oluşturabilsin…
Velhasıl, annelik zor zanaat. Lohusa eşi ya da yakını olmak daha da zor. Dilerim ki bunların hiçbirini yaşamadan “anne” olabilsin kadınlar. Bir kadın anne olduğunda lütfen çenemizi tutalım, anne ne isterse “he” diyelim, biraz alttan alalım. Herkes bizim yaptığımız gibi yapmak zorunda değil, bırakalım da herkes kendi deneyimini oluşturabilsin…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder